Yüksekova Güncel
2024-01-15 21:13:29

Renkler ve Kokular

Zuhal Özden

15 Ocak 2024, 21:13

“Seni aklımda özgür bıraktım. Kendime söz verdim pişman olmayacağım. Suda hayal edeceğim kendimi, sırtımı maviliklere yaslamış, hafiflemiş, hiç çırpınmadan bekleyeceğim. Aklımın içinde bir fırça dolansın istiyorum. İçimdeki tortulardan arınmak için yardıma ihtiyacım var. Beynimde bir fırça dolansın tüm pürüzleri söküp atsın istiyorum. Sonra boğazımdaki düğümler çözülsün, kalbim ağrımasın istiyorum. Ben yerçekimine inat suyun üzerinde çırpınmadan uzanmak, gezinmek istiyorum.”

Parmaklarının sıkıca yapıştığı kalemini elinden bırakırken gülümsedi Kadın. Öfkesini dile getirmek için kullandığı masum alete baktı. Mor zeminin üzerinde keyifle zıplayan pembe kuzular, onun bu acıklı haliyle dalga geçer gibi hınzır bakışlarla havalarda uçuşuyorlardı; aldırışsız, pembe.

Yazdıklarını tekrar okudu hırsla, bir an yırtmak geldi içinden, vazgeçti. Zihninin buyurduğu gibi yüzmeye gidecekti. Mor kalemini, karalanmış beyaz kağıdının yanında bırakıp, üzerindekileri çıkarmaya başladı. Annesinden doğduğu haldeki gibi kaldığı zaman, suda yüzecek bir şey aranmaya başladı evin dört bir yanında. Artık o kadar hızlı, zaman içinde gidip geliyordu ki neyi nerede bıraktığını hatırlamıyordu. Bazen anıları içindeki yolculuklardan, yaşadıklarının hazzı ile ana geri dönüyordu. Bazen bu yolculuklarda öyle monologlar oluyordu ki dönüşlerde uzun mektuplar yazıyordu geride bıraktıklarına. Böyle anlarda yolculuklarının tamamlanmadığı duygusunu atamıyordu içinden.

Yabancı gözlerden korunma güdüsüyle pencerelerden uzak, odalarda gezinirken, balkonda rüzgârla salınan bikinisini gördü. Bir parçası beyaz diğeri siyah ikiye ayrılmış giysisi, dışarıda savruluyordu. Telaşla etrafına bakındı, üzerine saracağı bir örtü aradı. Yatağının köşesine savrulmuş plaj havlusuna çarptı gözü. Hızlı bir hamleyle havluyu kavrayıp, hamamdan yeni çıkmış, tombul harem gözdelerinin el çabukluğu ile bedenini sardı.

Gözlerini kısmış, kolları başının arkasında kenetli, ayaklarındaki parlak kırmızı ojeleri seyrederken, sürekli aynı sözleri tekrarlıyordu “seni aklımda özgür bıraktım.” Suyun üzerinde yerçekimine inat bu kadar rahat, keyifle uzanabildiği için birden kendi ile gurur duydu. Göğüslerinden parmak uçlarına değin bedeninde gezindi gözleri, güneşte parlayan tenindeki su damlalarını seyretti. Başının arkasına yasladığı kollarını iki yana savurdu, bacakları kollarına itaat eder gibi kendiliğinden iki yana savrulmuşlardı bile. Ters dönmüş bir kaplumbağa misali suyla tanışıklığının verdiği bir alışkanlıkla, keyfince yüzmeye devam etti.

Başını gökyüzüne çevirip bulutların maviliğinde kaybolmayı denedi. Bir süre aklını susturup dünyada sadece renklerin ve kendisinin olduğunu hayal etti. Artık bir şarkı mırıldanıyordu. Dünyaya dönme vakti gelmişti.

Bazen anlam verdiği her şeyin onun çekim alanına doğru hızla üşüştüklerini düşünüyordu. Hepsi aklına gelip yuvalanıyorlardı. Eşyalar konuşmaya başlıyordu. Kokular yoğunlaşıyordu. Her bir yanda başka bir koku vardı. Her gün gelip geçtiği yolunun üzerindeki ıhlamur ağacı birden kokusu ile ona varlığını hissettiriyor, bir anda onu çocukluğuna geri götürüyordu. Kaldırımda yürürken, aniden kendini bir uçurumun kenarında buluyordu. Kuzeni ıhlamur dalına binmiş, başka bir dalı kesiyordu. Kaldırımdaki telaşı, kuzenin düşeceği telaşına dönüşüyordu.

Bazen keyifle uzandığı kanepesinde, kucağına doldurduğu bir kase kirazın içinden en kocaman, en iştah açıcı olanı seçiyordu. Eline aldığı kirazı parmaklarının arasında ovuştururken, karnına zamansız bir ağrı peydahlanıyordu. Ardından yüzü muzip bir hal alıyor, kirazını bir çırpıda ağzına atıyor, kafasını kaşımayı ihmal etmiyordu. Yağmur yağdıktan sonra kirazların kurtlandığını kötü bir şaka ile öğrendiği andı işte o an. Ağaçtaki arkadaşının bir lokma yemeden tüm kirazları kendilerine attığı, karınları doyduktan sonra gerçeği açıkladığı, yasaklı ağacın; lezzetli, kurtlu, tombul kirazlarını yedikleri zaman…

O da başka insanlar gibi bir başına çekip gitmek istiyordu ama başı onu rahat bırakmıyordu, Bazen içine çekiyordu hayatındaki tüm manalı manasız varlıkları. O da aklındakileri boşaltmak için kaçmak yerine mektuplar yazıyordu. Dün bir ağaca mektup yazmıştı. Bir dut ağacıydı. Onu seviyordu. Büyüklüğüne, yüceliğine hayrandı. Çocukluğunda altında durup en üst dalındaki yapraklara baktığında kendisini güçlü hissettiği ağaçtı. Gövdesine sarıldığı zaman kabuklarının sertliği hoşuna giderdi. Kimse canını yakamazdı onun ağacının. Ona göre dallarına çıkmak imkansızdı, zaten o ağaca çıkar ama inmeyi bir türlü beceremezdi. Ağacına birileri çıkar, o altında meyvelerini toplamak için beklerdi. Ne kadar çok dut ağacı olmuştu sahiplendiği, tıpkı insanlar gibi. Şimdi kocaman bir kızdı ama düşündüğü zaman anlıyordu ki resimler, hayatlar çalıyordu. Ruhlar çalıyordu zamandan. Karadut ağacını çalmıştı; resmini, meyvesini. O dut ağacının altında bir bebek yatıyordu. Doğarken ölen, yüzünü hiç görmediği ama arkadaşları arasında, ölümü efsane gibi dolaşan minik bir bebek. Belki de doğanın aykırılığı da olduğunu ilk o zaman keşfetmişti. Başka bir fotoğraf daha çalmıştı zamandan, bir kadın küçük oğlunu dövüyordu su birikintisine bastığı için. Bir diğer kadın ona haykırıyordu. Çocuklar dövülmez, sen akıl sağlığı nedir bilmez misin!

İşte bazen çaresiz, sebepsiz öfkelere kapılırdı. Henüz zihninden geçenleri terbiye etmeyi öğrenememişti. Onu yoran insanları, düşünceleri, hayalet bile olsalar hayatından silip atamıyordu.

Kumların üzerine uzanıp yanında gürültülü kahkahalar atan çocukları seyretmeye başladı. Eskiden onların masumiyetini sevdiğini düşündü. Masumluğunu yitirdikçe, masumiyette cazibesini kaybetmişti onun gözünde. Çocuklardan sıkılıyordu. Onları uzaklaştırmak geldi içinden. Onların sahili çınlatan kahkahaları kulak zarına çarptıkça gözlerinin önünde beyaz pastacıklar uçuşmaya başladı. Burnuna, dilinin ucuna krema tadı geldi. Oysa o krema sevmezdi. Yumuşak beyaz bir pasta içini kaldırıyordu. Üzerinde renkli şekerlemelerin olduğu, kağıt süslerin uçuştuğu banel bir mutluluk resmiyle yüzünü buruşturdu. Hızla ayağa kalkıp üzerine uzandığı havlusunu topladı. Susamıştı. İçinde buzların çarpıştığı keskin bir şey içecekti. Bardaki oğlanın tanıdık gülüşüne aldırmadan içkisindeki buzları andıran bir yüzle söyledi içkisini. “Her zamankinden” içiyordu.

Ona göre mutluluk hali sıkıcı bir durumdu. O bu kısa anları sevmezdi. Yaklaştığı anları hisseder, sonrası için hazırlık yapardı. Bugün hissettikleri sonrası için hazırlıktı. Bu aralar her yerde çocuk kahkahaları duyuyordu. Beyaz, pembe pastalar uçuşuyordu gözünün önünde. Dilinin ucunda krema tadı vardı. Bu tadın ardından aniden gelen bir pas tadı vardı ki işte o susuzluğunu arttırıyordu. Kalbi ağrıyordu. Bu pembelerin, beyazların ardından bir kırmızılığın her yanını kaplamaya hazırlandığını hissediyordu. Gökyüzündeki maviliğin gerisindeki şimşekler gibi keskin bir kırmızının ruhunda, bedeninde kesikler yaratacağını hissediyordu.

Güneşli mavi bir günde, denizde gördüğü yunus balıklarını, ağzında pas tadı olan bir kadına göstermek istemişti. Balıkları görmek onu o kadar mutlu etmişti ki, paylaşamamaya dayanamamıştı. Yanından geçen kadını durdurup “bakın denizde yunuslar var” demişti. Ağzı paslıkadın, gözlerini denize çevirmeden, duymadan, görmeden çekip gitmişti. İşte o gün mutluluğun uçucu ve paylaşılmaz olduğunu öğrenmişti.

Hayatındaki son fotoğraf kareleri renkliydi. İki kişilikti. Son zamanlarda o kadar çok bakmıştı ki o karelere. Renkleri soluyordu, o kadar çok bakılmışlardı ki gülüşler eğreti duruyordu artık.

Sarılıp uzandığı son zamanı düşündü. Uzun bir küslüğün ardından gelen barışma sonrasıydı. Özlem vardı içinde, kırmızılık, turuncu, sonra biraz beyaz vardı. Tadı, kokusu kekremsiydi.

Korkuları siyahtı. Bazen yatağına uzanır ayak ucundan boğazına dek onu kaplamasını seyrederdi. Gözlerini yumardı, ışığı hayal ederdi. Gözünün önünde beliren minik kıvılcımları takip eder, aklının vuruşlarını kalbine duyurmaya çalışırdı. Güzel resimlerin avına çıkardı zihninde.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.