Özgürlük, her gün etrafımızı saran örneklerini görmemize karşın, ağır bir kelimedir. Bu örneklerin ne ölçüde gerçek özgürlüğün görünümleri olduğu da ayrıca bir soru işaretidir.
Modern insanın ilk tepkisi, özgürlüğün kısıtlamaların olmayışı anlamına geldiği yönündedir. Yani, özgür olmak demek: canının istediğini, canı istediği zaman ve istediği şekilde yapmak demektir. Hatta bunların da ötesinde özgürlük demek; çalışmak zorunda olmamak, içinden geldiği gibi –sorumsuzca, hesapsızca, anlık- hareket etmek demektir.
İçinde bulunduğumuz dönemin koşullarına bakınca açıkça anlaşılabilir bir tavırdır bu, ancak özgürlüğün gerçekte ne olduğunu yansıtmamaktadır. Bu tavrın riskli ve ağır sonuçları olabilir. Bilhassa insan gençken tüm yasakları elinin tersiyle ittiğinde özgür olduğu düşüncesine kapılabilir. Fakat sonradan anlar ki, kendisine koymak zorunda olduğu belli birtakım yasaklar insanın yaşamda yeni imkanlar keşfetmesine olanak sağlayabilir.
Özgürlük diğer insanların bize dayattığı şeyleri hepten reddetmek, hiçbir şeyi kabul etmemek anlamına gelmemektedir. Özgürlüğün diğerleri ve kendimizle ilişkili olarak pozitif bir şey içerdiği gerçeği unutulmamalıdır. Filozof Spinoza, insanın durumunun doğal koşullarla ve kendine özgü tutkularıyla ilişkisine tabi olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bunu yaparak özgür olmanın ne menem bir şey olduğunu bize öğrettiğine inanıyordu.
Kaçınılmaz olanın feraset ve basiretle kabulü, özgürlüğün en yüksek biçimi olarak görünmektedir. Bireysel özgürlüğün disiplin ve sorumluluklarla birlikte geldiğini kabul etmek önemlidir. Sosyal bir varlık olarak insan, bir yandan özerkliğini korurken diğer yandan çevresine olumlu katkı sağlar. Çünkü bireysel özgürlüğünü toplumun üzerindeki etkiyi dikkate alacak ve toplum tarafından belirlenen sınırlara saygı duyacak şekilde kullanma bilincine sahiptir.
İnsanın kendini özgür hissetmesi, illaki gerçekten özgür olması ile aynı şey değildir. İnsanın içgüdülerinin ve temel arzularının karşısında özgür olmadığı kabul edilen bir gerçektir. Buna karşın bazı insanlar, kendini anlık zevklerden mahrum bırakmamanın daha iyi olduğunu ve geleceğe fazla ciddiyetle hazırlanmanın, anı tam ve özgür yaşamaktan alıkoyduğunu söylemektedir. Ancak dürtülerinin ve anlık zevklerinin hâkimiyetindeki kişi, sahte bir özgürlük adına, farkında olmadan bir iç hapishanenin temellerini inşa eder ve burada her gün umutlarını, yaşam motivasyonunu ve yaratıcı dürtülerini öldürür.
Genç nesil arasında ahlaki değerlerin kaybolması sonucu ortaya çıkan sorun bu gerçeğe işaret etmektedir. Ahlaki değerler, kişinin sahip olduğu değerli idealler ve ilkelerdir; Kişi doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, sonsuzu geçici olandan ayırmak için bunları kullanır. Aynı zamanda bireyin şahsiyetini oluşturmada bu idealler ve ilkeler değerli kabul edilir. Ahlaki değerler bize dürüstlük, doğruluk, nezaket, yardımseverlik, şefkat, sevgi, başkalarına saygı, sıkı çalışma, işbirliği, bağışlama gibi iyi erdemleri öğreten şeylerdir.
Genç nesil bir ulusun itici gücüdür. Ancak günümüz genç nesli, anlık zevkler ve enformatik bombardıman ile kuşatılmış bir dünyada bu gücünü yitirmek üzeredir. Kendi ulusumuzu köklü ve saygın bir yerde görmek istiyorsak geleceğimizi etkileyen bu konular üzerinde daha derin ve kapsamlı düşünmemiz gerekmektedir.
Çekirdek ailenin etkisini yitirmiş olması, haz eksenli yaşam tarzının çekici gösterilmesi, çocuklar üzerinde ebeveyn ve öğretmen kontrolünün yitirilmiş olması, akran gruplarının olumsuz etkisi, çeşitli mecralardan cinsiyetsiz ve kişiliksiz toplum anlayışının empoze edilmesi, kitle iletişim araçlarının yıkıcı etkisi, okullarda ve gündelik yaşam içerisinde olumlu öğrenme ortamlarının yetersiz ve etkisiz kalması gibi faktörler genç neslin maruz kaldığı ahlaki erozyonu ve toplumsal çürümeyi tetiklemekte ve hızlandırmaktadır. Tehlikenin boyutları giderek büyümektedir.
Bugünün insanını geleceğe; doğru ve sağlam hazırlamak, yürekli, ahenkli ve disiplinli insanlar yetiştirmek modern toplumun öncelikli görev ve sorumlulukları içerisindedir. Eğitimin amacı budur. İnsanın insanlıktan çıkmasını önlemektir. Hayata karşı itaatsizlik sonucu şahsî hayatlar zayıflar ve medeniyetler çöküşe geçer. Bu nedenle hayat kanunlarının gerektirdiği biçimde yaşayabilmek için, buna uygun bir çevrede yaşamak gerekmektedir. Aynı kandan olan insanların ve milletlerin bugün birbiriyle savaş ve çekişme hâlinde olması zilletin, zayıflamanın ve çöküşün ispatıdır. Tarihin trajik yanı ise hiçbir medeniyetin, insana kendi bünyesinde hayatın ve hareketin kurallarına uyacak bir çevre vermeyi başaramamasıdır.
Gelecek, kendimizi rasyonel anlamda idare edebilme bilinci ve kabiliyetine bağlıdır. Ali Şeriatî'ye göre özgürlük de bir bilinç ve varoluş meselesidir: “Özgürlük varoluşla ilgili bir meseledir. Kurtuluş bir durumdur, özgürlükse bir haslet. Emekle, çalışmayla, bilinç ve gelişimle elde edilen insan gelişiminin bir derecesidir. Zindandan kurtulmuş biri, oradan kurtulmuş olduğu halde her şey olabilir, bir köle, bir hırsız, bir özgürlük düşmanı olabilir. Ama gelişmiş ve bilinçli bir insan, tutsak da olsa, zindana da düşse özgürdür, ikisi arasında fark vardır.”
İnsanlık tarihi boyunca insanlık bir takım soyut değerlerle oynamaktan zevk almıştır. Bu değerler ona tam bir görüntü vermemesine ve bazen de gerçeği yanlış göstermesine rağmen bundan vazgeçme yolunu denememiştir. Doğru görünen şeyler, pratikte yanlış olabiliyor. Mesela; Aristo’nun, Saint Thomas d'Aquin'in kozmolojisi, Riemann'ın geometrisi lojik bakımından rakiplerininkinden aşağı kalır değildi ama dünyamıza uymuyordu. Çünkü aklın görünüşüne değil, deney sonuçlarına göre hareket etmek gerekiyordu.
Özgürlük de böyle...
Kendimizi kandırmaktan ve oyalamaktan vazgeçmek zorundayız. Maddi evreni kavrayarak doğa bilimlerini nasıl oluşturuyorsak, hayatın kanunlarını da hayatın kendisini araştırarak ve anlayarak çıkarmalıyız. Kitaplar dolusu formülleri bulmaktan daha zorlu bir çalışmayı gerektiriyor bu.
Hiçbir şey yapmadan, sürekli eğlenerek hayatlarını geçirenler için söylenecek bir şey yoktur. Gelecek, bu ideal uğruna sabrı, gayreti gösteren ve bütün tehlikeleri göze alabilenlerin olacak…