Önceki günkü Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’un birinci sayfasına manşet altına bir fotoğraf yerleşmişti. İki gün öncesinden İstanbul Taksim-Gezi’den bir 'enstantane.'
Fotoğrafın altındaki imzaya baktım: Bülent Kılıç (AFP). İki hafta önce Soma’da kapkara elleri ile kömür izi ve isi ile karaya boyanmış yüzünü kapatmış olan bir madencinin ıstırabını yansıtan fotoğrafını köşeme taşımış ve Soma’da olan-bitenin daha çarpıcı biçimde anlatılamayacağını yazmıştım. Fotoğrafın, benim için 'yılın fotoğrafı' sayılabileceğini de eklemiştim.
İki hafta arayla aynı imza, anlatım gücü müthiş bir başka fotoğraf daha: Taksim-Gezi fotoğrafı.
Aynı fotoğrafa ilişkin, yanı başımdan gelen bir 'yorum' işittim aniden: 'İşte yeni Türkiye'…
Devamı geldi: "AKP sürekli olarak ‘yeni Türkiye’den söz ediyor ya; tabii kastettiği bu değil ama dünyanın önemli bir bölümü, ‘yeni Türkiye’ diye bunu görüyor; bunu anlıyor."
Biri genç bir kız, biri genç bir delikanlı. Çıplak ellerinden başka silahları yok. Onu da savunma amaçlı kullanıyor gibiler. Giyim tercihlerine bakılırsa, dünyanın siyah nüfuslu Afrika ya da çekik gözlü Asya ülkeleri dışında herhangi bir yerinden oldukları da sanılabilir. 'Dünyalı'lar yani. Türkiye’nin dünyalıları…
Bir metre ötelerinde üzerlerine 'şiddet'i çevirmeye azimli, yüzü maskeli, Robocop kıyafetli güvenlik görevlisine 'dehşet' izleri taşıyan nazarlarını çevirmişler. Ama ona Gezi’nin birinci yıldönümünde o kadar yaklaşmış olduklarına da bakılırsa, yüzlerinde bir korku ifadesi de yok. İktidara meydan okumadan vazgeçmeye niyetleri de.
Gezi 2013, dünyadaki '
Tayyip Erdoğan, Gezi’yi anlamamakla kalmadı, 'anlamamayı bilinçli olarak seçti' ve daha da öteye geçerek, kendi 'iktidar mücadelesi hesapları' doğrultusunda Gezi’yi karalamaya yöneldi; Taksim ve Gezi’ye ilişkin her kıpırtıyı da en acımasız biçimde bastırmaya girişerek, iktidarını tahkim etmeye baktı.
Geçen hafta, Gezi’nin ilk yıldönümünde koca İstanbul’u adeta bir 'olağanüstü hal' yönetimine soktular. Köprüler tutuldu. Taksim’e giden bütün yollara güvenlik kuvvetleri mevzilendirildi. Bir kolordu büyüklüğünde polis gücü, 25 bin kişi ve tazyikli su ve biber gazı sıkmak için 50 TOMA, alan ve çevresinde konuşlandı.
Bu neyin göstergesiydi?
Türkiye’nin korkusuz yeni ve genç kuşaklarının kitlesel görüntüsünden duyulan korku ile iktidar gücü göstermekte acımasız olabileceğini gösterme niyetinin. Yani, 'korku' ile 'acımasızlık' bir arada. Zaten, zulüm; korkan ve korktuğu için zalimleşebilen iktidar sahibinin, böylesine ruh halinin uygulamaya geçmiş halidir.
Söz konusu 'kafa yapısı'nın Gezi’ye ilişkin değerlendirmesi yeterince açıklayıcı. Erdoğan, dün şu sözleri sarf etti:
"Gezi olaylarının yıldönümünde yine CHP vardı. Gençleri sokağa çıkartmak için, sokakta polisle çatışmaya girmek için çağrı yaptılar. CHP ve o marjinal terör örgütlerinin çağrısına rağmen karanlık senaryo devreye sokulamadı. Polisimizin dik duruşu sayesinde geldikleri gibi gittiler. İstanbul’un lüks kafelerinde isyan çağrısı yapanlar cumartesi günü avuçlarını yaladılar.
Bir tane o CNN’nin dalkavuğu oralarda bir şeyler yapmaya çalışıyor. Niye? Ülkemi karıştırmak için. Şimdi de suçüstü yakalandı. Bunların böyle hani özgür, tarafsız, bağımsız basın diye bir şeyleri yok. Bunlar görevli, bunlar adeta ajan görevi icra ediyorlar."
Gezi olaylarının yıldönümü anmasını önlemek için bir kolordu gücünü Taksim’e yığan Erdoğan, bunun üzerine doğal olarak oraya giden CNN muhabirini 'görevli' ve 'ajan' diye niteliyor. Popülist-milliyetçi söylem gereği bunu yapsa bile, bu davranışları karşısında demokratik dış dünyadan 'ortak' muamelesi bekleyemez. 'Sınır nöbetçisi' anlamında 'askeri müttefik' muamelesi yapabilirler ama 'demokratik ortak' olarak görmeleri mümkün değil.
Türkiye, Gezi 2013’ten sonra, 'Tek Adam-Tek Parti iktidarı zulmü'nü 'esas yönetim biçimi', bir 'governance' performansı olarak benimseyen bir iktidarla tanıştı.
'Zulüm'ün bir yönetim aracı yapıldığı herhangi bir ülke, seçimlerin yapıldığı, iktidarın seçimle belirlendiği bir ülke olsa dahi, ister istemez, 'demokrasiden uzaklaşma'ya başlar. Bu gibi ülkeler dünyada var ve Fareed Zakaria’nın uluslararası siyaset terminolojisine kavuşturduğu kavram ile böylelerine 'illiberal demokrasi' yani 'liberal olmayan demokrasi' deniliyor.
'Otoriterleşme eğilimleri'nin sergilendiği demokrasiler, kendiliğinden, 'illiberal demokrasiler'e evriliyorlar. Türkiye’de şimdiki durum bu.
Bunun bütün dünya farkında. Geçen hafta sonlarında, Bilderberg toplantısı kulislerinde, benim en çok muhatap olduğum soru, 'Erdoğan’a ne olduğu'ndan ziyade "Tam ne zaman oldu?" ve "Niye öyle oldu?" idi.
Türkiye ile ilişkili, dahası onu çok yakın tanımış, hatta birlikte iş tutmuş birçok isimden işittim, daha ziyade bu soruyu. Soruda, 'siyaset analizi' kadar 'psikolojik analiz' arayışı vardı.
Erdoğan’ın 'ideolojik ve mezhepçi kutuplaşma' üzerine inşa ettiği 'iktidarını sağlamlaştırma' politikasının ülkenin toplumsal dokularını, ruhunu tahrip etmesinin yanı sıra kendisine 'başarı sunan' bir 'rasyonel'i elbette var.
Ne var ki dış dünyada çok kişi, böyle bir 'gidişat'ın pek de uzak olmayan bir vadede, iktidar sahibine 'başarısızlık' getireceği kanısında olduğu için, Erdoğan’ın davranışlarında 'siyasi rasyonel' aramıyor. 'İrrasyonellik' görüp, nedenini anlamaya çalışıyor ve 'psikolojik tahlil'e yöneliyor.
'İrrasyonellik' atfettikleri tür, sadece 'üçüncü dünya'ya yani siyasi kurumlaşma ve ekonomik gelişmişlik bakımından geri ülkelere özgü değil. Batı tarihinde çok var. Hatta, şu anda, Erdoğan’dan daha ön planda olarak, Putin üzerinde kafa yoruluyor.
Zaten Erdoğan’ın en çok Putin’e benzediği üzerinde duruluyor.
Oysa, Putin’in Erdoğan’a benzediği de söylenebilir. Onda da yanıldılar, ne de olsa…
Güncelleme Tarihi: 04 Haziran 2014, 10:41