‘Emanet oylar’ Kürt meselesinin gerçek (barışçıl) çözümüne giden tek yol. Bugüne kadar AKP’nin oynanmasına ve seyretmemize izin verdiği ‘çözüm süreci’ bir kandırmacadan, bir maskaralıktan başka bir şey değildi. (Neden öyle olduğunu merak edenler dipnotu okusun).
HDP’nin aldığı yüzde 13 oy bütün bu maskaralığa son verme gücü taşıyor, gerçek bir barışın ve çözümün de yolunu açıyor. Bu oyların ne kadarının ‘emanet’ olduğunu bilmiyoruz. Belki de abartıldığı kadar değil.
HDP’ye, sadece AKP ‘belası’ndan kurtulmak için değil, demokrasi taleplerini karşılayan parti olduğu için oy veren seçmenler olduğunu biliyoruz. Bunların bir kısmı, muhtemelen, önceki seçimlerde de BDP’nin bağımsız adaylarına oy veriyordu veya seçime katılmıyordu. Dolayısıyla, bunlar emanet sayılamaz.
Muhafazakar kimi Kürtlerin AKP’den kopup HDP’ye oy verdiği söyleniyor. Bir de Kürt olmayanlar ve Kürt meselesinde şimdiye kadar Kürtlere o kadar da yakın durmayanlar var; asıl ‘emanet’onlar. Bu grubun asıl saiki AKP iktidarını önlemek olsa bile, HDP’ye oy verebilecek siyasi ‘kıvam’da insanlar olduğunu söyleyebiliriz. Mesela herhalde azımsanmayacak bir CHP’li seçmen kitlesinin Kürt antipatisiyle malul olduğunu biliyoruz. Onlar bir emanet bırakmamıştır…
Demokrasi koalisyonunun ilk aşaması
Sayıları az olsa da bu ‘emanet oylar’ önemli işte. Silaha dayanmayan, barışçıl yöntemlerle direnen, mücadele eden hareketlerin en temel özelliklerinden ve güzergahlarından biri, kendi tabanının dışına taşan bir koalisyon oluşturmaktır. Bu koalisyon ne kadar genişlerse, başka grupları kapsarsa çözüm ve nihayetinde demokratikleşme, özgürlük o kadar mümkün ve tatminkar hale gelir.
‘Emanet oylar’ işte bu güzergahın başlangıcıdır ve aslında emanet değildir yani; HDP’nin aday seçiminde ve söyleminde dile getirdiği‘biz’ler’in, demokrasi koalisyonunun ilk aşamasıdır; böyle görülmelidir. Çünkü eğer ‘biz’ler’den kasıt, sadece şu anda gördüğümüz milletvekili çeşitliliği ve ‘renkliliği’ ise yol tıkanmış, arayış bitmiş, gerçek çözüm de elekle birlikte duvara asılmış demektir. Fakat bunun daha bir başlangıç olduğunu biliyoruz; nereye nasıl evrilip gelişeceğini göreceğiz.
Korkulara son
HDP barajın üç puan üstüne çıkmasıyla ve aldığı ‘emanet oylar’la bazı korkuları bitirmiş oldu. Bir kere, barıştan korkmayı mağlup etti; emanet oylar bunun somut göstergesi işte. Kürt meselesini barışçı, siyasi yollarla çözmeye ölesiye ve öldüresiye karşı olanları bile silahsız çözüm olabileceğine, hatta tam tersi, çözümün ancak silahsız olabileceğine, bunun düşünmeye, tartışmaya değer bir şey olduğuna ikna etti.
AKP hükümetiyle ‘yürütülen’ müzakerelerde Öcalan’ın ve Kandil’in ateşkes kararı alması ve bu kararın büyük bir başarıyla uygulanmasının yarattığı ortamın bunda büyük payı var. Silahların sustuğu böyle bir ortamda insan sesleri, silah sesini çağırmayan insan sesleri duyulur oldu ve bu da herkes tarafından idrak edildi.
HDP, sandığının ötesinde bir seslenme potansiyeli olduğunu ve tahmin ettiğinden geniş kesimlere seslenebildiğini de gördü. Bu seslenme gücünde, çalanları çatlatan hünerleriyle de parlayan eş başkan Selahattin Demirtaş’ın payı inkar edilemez, ama her şey ona da bağlanamaz.
Zaten bir takım çalışması mantığına oturan parti, bütün kampanya süresince de o kolektif ruhu gösterdi. En büyük baskı altındaki parti olmasına rağmen en şenlikli seçim kampanyasını yürüttü; irili ufaklı karnavallara dönüşme potansiyeli taşıyarak. Bu karnavalları saldırılarla, cinayetlerle, katliam girişimleriyle kana bulama kararlılığı gösterenlere rağmen.
Bu sesini duyurma ve bir karşılık alma potansiyeliyle HDP, Kürtlerin ‘Silahlarımız olmazsa davamızı savunamayız’korkusunu da yendi. PKK’nin hemen silahlarını devlete teslim edeceğini, gömeceğini söylemek istemiyorum tabii. Ama silahtan çok daha sağlam, tutarlı ve kalıcı güvenceler olabileceğini dağdakiler de, dağa çıkmaya amade Kürt gençleri de gördü. Ve Kandil’in, bütün provokasyonlara rağmen barışa şans vermesinin bunda payı vardı.
Gerçek çözümün kapısını açan bir anahtar
Çözüm beraber yaşamanın bir yolu da olsa, ayrılmak da olsa bu halklar beraber bir şeye karar vermek ve sonra da o karar gereğince yaşamak zorunda. Dolayısıyla, HDP’nin özellikle bu seçim kampanyası boyunca gösterdiği ‘başka’sına ulaşma potansiyeli, barajı geçse de geçmese de, gerçek çözümün kapısını açan bir anahtar.
Şiddet içermeyen mücadeleler literatüründe zaten yazılı olan barışçıl yöntemlerin gücünü onaylayan bir sürecin başlangıcındayız. AKP’nin büyük korkusunun sebeplerinden biri de, ‘terörist’, ‘çapulcu’, şu bu diye şeytanlaştırmak istediği Gezi direnişin o diriltici ve davetkar namesinin daha geniş katılımlarla yayılacağını bilmesiydi: ‘Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.’
Korku bitti, heyecan başlıyor
Şiddet içermeyen bir mücadele, bu ülkede birkaç yıldır bizzat şahit olduğumuz, katıldığımız gibi muazzam zenginlikte bir direniş yelpazesi yaratır. Ve bunu sadece silah kullanmakta uzmanlaşmış bir grup değil, yüzbinlerce, milyonlarca insan işbirliği halinde, akıl çokluğu halinde yaratır. Devletin şiddet kullanma meşruiyetini elinden alarak, onu kuburda parlayan şey halinde bırakarak.
HDP işte bunun da sanıldığından daha mümkün olduğunu gösterdi. Ve sadece Kürt meselesinde değil, başkalarında da mücadeleleri kucaklayacağını, onların sesi olacağını vaad ediyor. HDP o ‘emanet oylar’la bu ‘misyon’u üstlenecek, üstlenmek zorunda kalacak. Doğa ve tarih katliamlarından kadın cinayetlerine, iş cinayetlerine, hayvan haklarına … uzanan dağınık direnişlerin sesi.
Ve biliyoruz ki, AKP’ye muhalefet etmekte yanyana görünen kimileriyle de bir sürü alanda mücadele etmek gerekecek. Dolayısıyla, HDP ve demokrasi isteyenler için de bu daha başlangıç.
Türkiye’ye köklü bir dönüşüm gerekiyor. Ancak kendisi dönüşüm geçiren, başka bir şeyi de dönüştürebilir. HDP, şu seçim kampanyası süresince bile kendini ve toplumu dönüştürme kabiliyetini göstermiş oldu. Türkiye’ye göstereceği çok şey var. Evet, muhalefetteyken.
Korku bitti, heyecan başlıyor.
Dipnot:
Evet, AKP’nin ‘çözüm süreci’ bir kandırmacadan, bir maskaralıktan başka bir şey değildi. Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan’ın, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ve sürecin mimarlarından Yalçın Akdoğan’ın ulumaları bu yüzdendi.
Çünkü bu isimler, ‘çözüm süreci’ dedikleri o müsamerenin olmazsa olmaz koşulunun zayıf aktörler olduğunu biliyor. Biliyor ne demek, kurguladıkları oyun buydu.
AKP’nin oyun planı ışığında aktörler bakımından manzara şuydu: Kandil’i ‘terörist’ yaftasıyla yeniden marjinalleştirmek, şeytanlaştırmak ve aslında bunu yaparak bir yandan da Kürt-Türk kamplaşmasını, yeri geldiğinde (mesela bütün seçim dönemlerinde), kullanabilme fırsatını ve ‘süreç’ kendi kafasındaki kulvardan çıkma emaresi gösterdiğinde de bu gerilimle tekrar hizaya sokma imkanını elden bırakmamak. BDP’yi ve sonra HDP’yi küçük oğlan, ulak, ‘şuradan üç çay kap gel yeğen’ muamelesiyle itibarsızlaştırmak, pasifize etmek, tam olarak ne kadar olduğu belli de olmayan temsil kabiliyetini yoksaymak.
AKP’nin HDP’yi baraj altında bırakmak istemesinin tek sebebi, onun oylarını çalmak istemesi değildi. O düşük temsille zayıf bir aktör olduğu tescillenmiş olacaktı. Hiç daha gerilere gitmeye gerek yok, Akdoğan seçimden birkaç gün önce NTV’de şunu dedi: “Sen bu süreçte rol oynadın. Senin rolün ne? Bir iraden var mı? Sen getir götür yapıyorsun.” Aynı programda, hükümetin süreci HDP ile değil, başka kişilerle yürüteceğini de söyledi!
Dahası, sesini ancak aracılarla ve ulaklarla ‘duyurabilmesine’ izin vererek ve istihbarat teşkilatıyla muhatap kılarak ve HDP’nin onun talimatları uyarınca hareket etmediğini söyleyerek Abdullah Öcalan’ın kullanım değerine abanmak, rehine konumunu kullanmak.
Selahattin Demirtaş’ın bir proje, hatta Öcalan’a karşı bir proje olduğu konusunda yaratılan edebiyat, Demirtaş’ın ‘Öcalan’ı anlamsızlaştırdığı’ iddiaları, Kürt olmayanlardan da destek alacağı belli olan güçlü, seçilmiş ve barışı kovalayan bir HDP’ye tahammülsüzlüğünün göstergeleriydi.
Ters tepti.
AKP’nin ‘çözüm süreci’ aktörleri bunlardan ibaretti işte. Kendisi, yani siyasi otorite yerine de istihbarat teşkilatı (MİT). Bir de akiller heyeti vardı, gidişatla ve sonra da firelerle iyice çöpadamlar konumuna düşen meşhur ekip.
AKP’nin bu aktörlerle sahnelemek istediği müsamere, kendi kafasındaki ‘çözüm planı’nı Kürtlerin ve toplumun geri kalanının (bu kısım daha kolaydı tabii) hazmetmesini sağlamaktı. Yani,‘çözüm süreci’ AKP planını sindirme süreciydi. AKP’nin planı, mümkün olan en az şeyi vererek, karşılığında ateşkes ve aslında PKK’nin silahlarından vazgeçmesini sağlamak ve bunun üzerine yatıp ‘Tamam işte’ demekti.
Böylece, Kürt sorununu dikenli bir konu olmaktan çıkaracağını umuyordu; ‘büyük Türkiye’ hülyasına ve böbürlenmesine koltuk değneği yapmış olacaktı. Amaç, Kürtleri, Kürt davasını Devlet-i Âli’nin güdümüne vermekten, Suriye’de çevirdiği dolaplarla zihniyeti ve iddiası altın kubur gibi parlayan ‘bölge gücü’, ne bölgesi, ‘cihan gücü’ Türkiye’nin hegemonyasını yayma hizmetine koşmaktan ibaretti.
Gördüğünüz gibi, AKP’nin torna-tesviyeden geçirmeye çalıştığı bu aktörler içinde halk yok. Çünkü çözümden anladığınız buysa başka aktörlere gerek yok. Birkaç yasa çıkarırsınız, halka da bunu kabul etmek düşer!
Siyasi ve sosyal olarak da, tarihsel olarak da kökü derinlerde, devlet eliyle yürütülmüş katliamlarla kana bulanmış, son 30 yıldır süren savaşta onbinlerce cana malolmuş ve medyasıyla, akademisiyle devletin bütün ideolojik aygıtlarıyla milyonlarca insanın zihnini, dimağını iğfal etmiş böyle bir meselenin çözümünde toplumu hiç hesaba katmamak için halkın topyekun gerizekalı olması bile yetmez, sizin ahlaksız ve ahmak olmanız şarttır.
Önceki seçimler öncesinde olduğu gibi, Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan’ın yine ‘Kürt sorunu yoktur, ne Kürt sorunu ya!’demesini de sadece ‘Seçim işte, milliyetçi oyları toplamaya çalışıyor’ gerekçesiyle açıklayamayız. Bu sorun sadece Türk milliyetçilerinin hassasiyetleri el üstünde tutularak çözülecekse, bir çözüm yok demektir zaten. Halk(lar) da ortada yok demektir, onlara ihtiyaç duymuyorsunuz demektir. Erdoğan da duymuyor zaten; o‘milli irade’nin cisimleşmiş halidir, ne diyorsa o.
Uluslararası gözlemciye karşı çıkmalar, ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ gibi, ‘Türk tipi çözüm süreci’ istemeler bir ucubeden başka bir şey yaratamaz. Erdoğan’ın ‘ortada karşılıklı oturulan masa olmadığını’ söylemesi kabilinden garabetlerle kendini gösterdi bu durum.
AKP, bu ‘süreci’ yürütürken hiçbir denetim istemiyor. ‘Çözüm süreci’nin planı, aşamaları ve adımları açıklanmış olsaydı halkın kendisi bir tür denetim mekanizması yerine geçerdi. ‘Hop dedik, masadan niye kalkıyorsun?’ diye sorabilirdi. Tarafların tekrar silaha başvurma girişimlerini önleyebilirdi. Üstelik, bu süreçte provokasyonu yapan silahlı taraf PKK değil, AKP hükümeti oldu (Ağrı’yı hatırlayın) ve halk bu provokasyonu önlemekle kalmadı, hükümetin foyasını da ortaya çıkardı./DİKEN
Güncelleme Tarihi: 09 Haziran 2015, 23:00