Karanlık bir dönemden geçiyoruz.
Savaş mı çıkıyor (veya çıktı)?
İktidar, bahane yaratarak açık diktatörlüğe mi yürüyor?
Neler oluyor?
Nereye gidiyoruz?
Neredesin ey 7 Haziran?
“Nereye gidiyoruz”dan önce “nereden geldiğimize” bakalım.
Bundan tam 7 hafta önce, 7 Haziran’da seçimler düzenlenmişti, hatırlıyor musunuz? (Bu tarih, bana artık epeyce uzakta ve çoktan unutulmuş gibi geliyor nedense.)
7 Haziran’da çoğunluk demokrasi ve barış için oy kullandı. AKP tek başına iktidar olma şansını kaybetti. Başkanlık hayali suya düşen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ilk ciddi siyasi yenilgisini tattı.
Peki, 7 hafta sonra nereye geldik?
Gidiş tem tersine!
AKP ülkeyi tek başına yönetiyor. Erdoğan riskli bir yoldan tekrar başkanlık amacına ulaşmayı deniyor. Demokratik özgürlükler iyice sınırlanıyor.
Ve savaş kıvılcımları ortaya yayılıyor. Hem Ortadoğu’da, hem de ülke içinde.
Cumhurbaşkanı’nın göstere göstere ağırdan alması sayesinde “geçici hükümet” sanki hiçbir şey olmamış ve geçmiş yıllardaki kadar güçlü hukuki ve kitle desteği varmış gibi ülkeyi yönetiyor. Bol keseden dağıtılan ödenekler de dâhil, her istediği kararı alıyor.
Nihayet, “topal ördek” durumundaki bu hükümet, Cumhurbaşkanı’nın baskılarına dayanamayarak son derece riskli bir girişimde bulunup silahlı kuvvetleri sahaya sürüyor.
Suriye ve Irak topraklarında operasyonlar yapıyor.
Diğer yandan uzun süredir askıda olan Barış Süreci’ne çok ağır bir darbe indirerek Kürt Siyasi Hareketi’ne (PKK’ya, PYD’ye ve belki de en başta HDP’ye) savaş açtığı izlenimini verecek adımlar atıyor.
Barış Süreci bitti mi?
Belki de bugün en çok akla gelen soru bu: Barış (veya Çözüm) Süreci denilen şey artık sonuçlandı mı?
Türkiye, Türk-Kürt barışını sağlayabilmek için o kadar çetrefilli yollardan geçti, fiilen “ateşkes” anlamına gelen ve iki yılı aşkın süren son dönemde bile öylesine gelgitler yaşadı ki, bu soruya net bir cevap vermek kolay değil.
Umarım süreç henüz noktalanmadı. Umarım hâlâ sürece dönülmesi şansı vardır.
Belki her iki taraf da kendilerine göre “kontrollü” bir çatışma ve gerginlik politikası uygulama eğilimindedir. Daha sonra yine kendi istedikleri şartlarda barışın gerçekleşebileceği perspektifini hâlâ önlerinde tutmaktadırlar. Umarım...
Ama bugünkü gidiş, çatışma ve savaş doğrultusundadır. Ve hem iktidarın hem de PKK’nın “kontrollü” götürebileceklerini sandıkları şiddet - onlar istemeden de - kontrolden çıkıp geriye dönüşü, çok uzun bir süre için imkânsız kılabilir.
Bu ne demektir?
Bu, 30 yılda 40 bini aşkın insanını yitiren Türkiye’de iç savaşın ve terörün yeniden başlaması, son yıllarda yeşeren barış umutlarının gömülmesi anlamına gelecektir.
Kim suçlu? Kim haklı?
Yıllar önce PKK’yle görüşme sürecini başlatarak ülkeye kalıcı barış vaat eden Erdoğan yönetimi, bir süre sonra muhatabına karşı“ancak benim bahşettiğim kadar hak alabilirsin” tavrını benimsedi. Gidişattan kendisine yeterince kazanç sağlayamadığı, hatta kimi kayıplara uğradığı kanısına vardığı anda ise süreci durdurdu.
Cumhurbaşkanlığı ve özellikle de milletvekili seçimleri sırasında Erdoğan açısından HDP ve lideri Selahattin Demirtaş – onun önüne koyduğu başkanlık sistemine ulaşmasını, hatta AKP’nin tek başına iktidar olmasını engelleyen – “baş düşman” haline geldi.
Ben bugün Erdoğan’ın planlarına uygun olarak alınan son derece riskli siyasi-askerî kararların merkezinde de “HDP ve Demirtaş düşmanlığı”nın yattığını tahmin ediyorum.
İçerde ve dışarda atılan/atılacak adımlarla koalisyon senaryosu kısa sürede çöpe fırlatılacak, erken seçimlere son derece yıpratılarak katılacak olan HDP (hatta duruma göre, partinin yasaklanması ve “liderlerinin başına bir şeyler gelmesi” ihtimali bile bence olmayacak şey değildir) bugünkü gücünü kaybedecek ve AKP yeniden tek başına iktidara gelerek “millî irade”yi Erdoğan’ın isteğine göre tamir etmiş olacaktır. Evdeki hesap budur...
Barış Süreci’nin geliştirilmemesi ve seçimler arifesinde fiilen Süreç’ten, Dolmabahçe’den, hatta Kürt sorununun varlığından bile vazgeçilmesi, en başta Erdoğan’ın sorumluluğundadır.
Eğer gerçekten barış istenseydi, bir zamanlar “HDP’ye ve Kandil’e göre daha yapıcı” bulunan Abdullah Öcalan’a uygulanan tecritten vazgeçilir, onun PKK’ya yönelik bir açıklama yaparak terör eylemlerinin önünün alınması sağlanabilirdi. Ama bu yapılmadı.İstendi ki, PKK'nın sabrı taşsın, hata yapsın, PKK-HDP arasında gerginlik çıksın...
İktidar bir ölçüde amacına ulaştı da. Özellikle 7 Haziran sonrasında PKK yöneticilerinin, yaptıkları kimi açıklamalarla, HDP’nin ve Demirtaş’ın güçlenmesini içlerine sindiremedikleri izlenimi vermesi, “Süreç’in bittiğini” ilan etmede acele etmesi (herhalde uyarı amaçlı ama yanlış bir propaganda tarzıydı), nihayet son günlerde terör eylemlerini başlatması tehlikeyi olağanüstü arttırdı. PKK’nin bu büyük hataları, iktidar tarafından kolaylıkla kullanılabilecek türdendi, öyle de oldu.
Bu arada HDP’nin seçim sonrasında, daha önceki döneme kıyasla yeterince güçlü çıkışlar gerçekleştirememesi de sanırım tablonun unsurları arasındaydı.
‘IŞİD=PKK’ algı operasyonu
IŞİD’i (ya da DAİŞ’i veya DEAŞ’ı, hepsi aynı) uzun süre koruyan, kollayan AKP, sonunda ondan zarar görmeye başladı. Öte yandan ABD’nin zorlamaları sonucu IŞİD’e karşı askerî-siyasi-polisiye önlemler almak zorunda kaldı.
Elbette çok geç kalmış bir karardı bu. Ülke IŞİD’ci kaynıyor. Kim bilir daha ne kadar terör eylemi yaşayacağız. Vebali teröristlere ve onları palazlandıranlara ait olacak.
Türkiye’nin sınırları dışında IŞİD’e yönelik operasyonlar yapması, PYD’nin (ve tabii PKK’nın) işine gelen bir gelişmeydi. Çünkü İslamcı teröristlere karşı en başarılı mücadeleyi veren ve ABD ile işbirliği içinde Türkiye sınırına yakın bölgelerde etkin olan oydu.
Ama “içerde ve dışarda Kürt fobisi”yle davranmaktan asla vazgeçemeyen AKP, aynı zamanda sınırdışı PKK bombalamalarıyla (hatta araya DHKP-C’yi de katarak), “bunların hepsi terörist, hepsi aynı, biz hepsine karşıyız” algısını derinleştirmeye çalışıyor. Zaten içerde bir süredir bu “algı operasyonu” yapılıyordu, Sabah Gazetesi’nin tarihî manşetiyle de (“PYD, DAEŞ’ten çok daha tehlikeli”) bu çaba net olarak ortaya konmuştu.
Bugün Suriye’de IŞİD’i bombalamak Türkiye’nin yurtdışı askerî etkinliğini ABD’ye ve diğer müttefiklerine hoş göstermek için zorunlu görülüyor. Ama AKP kendini her zamanki gibi çok kurnaz sansa da kimse aptal değildir ve asıl amacın Kürtlere darbe vurmak olabileceği kuşkusu yaygındır. Öte yandan ABD yönetiminden farklı olarak Erdoğan’ın, eski dostu Esad’ın (o da bir süredir Esed oldu, biliyorsunuz) iktidarına karşı tavır alma arzusunda olduğu da biliniyor.
Bakalım bu tehlikeli macera nelere yol açacak!..
HDP ve CHP’nin sorumluluğu arttı
Peki, sınır dışında IŞİD (+ PKK + DHPK-C) operasyonları sürerken“içerde” neler oluyor?
Baskılar ve yasaklar yoğunlaşıyor. Twitter ve Facebook sınırlamaları artıyor. İnternet siteleri yasaklanıyor. Barış Yürüyüşü’ne izin verilmiyor. Muhalif, solcu, Kürt, sendikalı vb. birçok insan gözaltına alınıyor.
Üstelik ülke “topal ördek” yönetiminde, yani “geçici hükümet”in elinde...
7 Haziran’da morali bozulmuş olan Cumhurbaşkanı bugün hâlâ ipleri elinde tutuyor. AKP’li yöneticiler ve milletvekilleri Erdoğan’dan ölümüne korkuyor. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin AKP’ye eşsiz yardımlarını da iktidarın hanesine yazmak gerek.
Muhalefetin savaş ve diktatörlük tehlikesine karşı çıkması, şimdi büyük ölçüde CHP ile HDP’nin ve – her şeye karşın – parlamentonun sorumluluğunda. Ve elbette kitle örgütlerinin.
Burada AKP ile yürüttüğü koalisyon görüşmelerinin nezaketi ve titizliği içindeki CHP’nin son iki günkü sessizliğinin kaygı vericiolduğunu eklemek istiyorum.
Geçici hükümet ülkeyi savaşa sürüyor ve Çözüm Süreci’ni çöpe doğru fırlatıyor. Bu şartlarda CHP yönetimi “Dur bakalım, biraz daha sabredelim, belki iktidara ortak olur ilerde durumu düzeltiriz” diye mi düşünüyor acaba? Zamanın çok hızlı ilerlediğini ve bugün çok ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğumuzu tekrarlamak gerekiyor mu?
Türkiye yönetimi “dışarda” ve “içerde” savaş yoluna girdi.
Bu savaş Türkiye’nin savaşı değildir.
Hatta AKP’nin savaşı da değildir.
Bu savaş olağanüstü şartlardan medet umarak her türlü riske dalıp sonuçta “başkanlık sistemi”ne kavuşacağını sanan Saraylı Sultan’ın savaşıdır.
Bu savaş Erdoğan’ın savaşıdır.
Bugün en büyük hata ve en ciddi tehlike, bu savaşa alet olmak, provokasyona gelerek şiddet ve terör yoluna sapmaktır.
Demokrasi ve barış, hukuki ve demokratik yollardan, yaratıcı yöntemlerle ve inatla savunulmalıdır.
7 Haziran - alt tarafı sadece 7 hafta önce - halkın tercihini ortaya koymuştur.
Bu tercih, kurnaz zorbalara yem yapılmamalıdır.
Güncelleme Tarihi: 26 Temmuz 2015, 13:52