UZAK-V Kar'a Lastik

Kara lastik.
Kar'a lastik.
Sabahın 7'si.
Siyah önlüğü, siyah kara lastiği 
ve siyah Sümerbank çantası.
6 ay sürecek bir beyaz esaretin içinde,
siyah küçücük bir nokta. 
Her adım atışında siyahın beyaz soğuğu hissedişi. 
Üşümek siyahın kaderi, ovanın imtihanıydı. 
Kara lastik üşürdü, çocuk üşürdü. 
Lakin o kara lastiği giyen çocuk insan kalma yolculuğunda pişerdi.

(...)

Hayatın siyah-beyaz olduğu o yıllarda, yılın yarısını kaplayan bir kar denizinin içindeki siyah küçücük bir noktaydı bu uzak şehrin çocukları. Büyük idealleri, büyük hayalleri ve büyük iddiaları olmayan siyah küçücük noktalar. Tek iddiası var olmak olan, varoluşun zorlu yolculuğunu bembeyaz bir hayat sayfasına nokta izleri olarak bırakan bir çocuktum ben de.  Hayata gerçek anlamda iz bırakacakların atması gereken o ufacık adımları amansız beyazın soğuk sathına atan bir çocuktum.

Kış mevsimi, bu uzak memleketin en uzun süreli konaklayan misafiriydi. Belki de daimi misafiriydi. Yaz mevsiminde Cilo Dağları’nın yüksekliklerine çekilen kar, sonbahar mevsiminde ovaya iner ve uzun bir süre gitmek bilmezdi. Ta mayıs ayının sonlarına kadar konaklardı ovada. Bu uzak şehrin kaderiydi kar. Kar, Cilo Dağları’nın bin yıllık ebedi konuğuydu.

1986 yılının Kasım ayının sonlarıydı. Fırtınalı bir gecenin şafağında ova tamamen beyaz esarete teslim olmuştu yine. Bir cuma sabahıydı. Sabahın erken saatinde babamın sobayı temizleme sesine uyanmıştım. Babam işe gitmeden önce akşamdan kalma odun ve tezek külünü küçük el küreğiyle sobadan çıkarıp genişçe bir mangala doldurur ve dışarıya, yolun kenarına dökerdi. Sobayı yaktıktan sonra bir şeyler atıştırıp işe gidecekti. 

Ben, akşam yatmadan önce öğretmenimin verdiği bir sayfalık hece ödevimi yapmış defterimi ve kitaplarımı çantama bırakmıştım. Önlüğümü odanın duvarındaki beyaz perdeli askılığa asıyordum hep. Dantel işlemeli beyaz perdeli elbise askılıkları o dönemin modasıydı. 

Çantamın kitap bölümüne bir parça peynir ve bir tandır ekmeğini alelacele bırakıp siyah önlüğümü giymiştim. Önlüğümün üst cebinde bulunan mendilim cebimden düşmüştü. Okula mendilsiz gidemezdim. Yer yatağımın her tarafına baktım ama mendili bulamadım. Az ötedeki somyanın altına ve üstüne, duvara gömülü bulunan dolabın kapalı ve camlı gözüne baktım mendilim orada da yoktu. İçimde bir korku dalgası yayılmaya başladı. Öğretmen her gün istisnasız tırnak ve mendil kontrolü yapıyordu. Askının beyaz perdesini salladığımda dibine düşen mendilimi gördüğümde çok sevindim. O an adeta dünyalar benim olmuştu. 

Saat sabahın altı buçuğunu geçmişti. Evde soba yanmamıştı daha. Tahta pencerenin buğulu camlarından dışarıya baktığımda yerlerin bembeyaz olduğunu gördüm. Dışarıda fırtına ile karışık yağan kar taneleri pencere camlarına saldırıyor ve görüş mesafemi oldukça kısıtlıyordu. Odunluktan eve odun taşıyan babamın ayakkabısı karın içinde kayboluyordu. Kar bir ayakkabı boyunu geçecek kadar yağmıştı. Biz çocuklar için sevinç olan kar, bütün şehir için büyük bir eziyet olacaktı.

Evin balkona açılan demir dış kapısını açtığımda,  dışarıdaki kar fırtınasının balkonu olduğu gibi beyaza bürüdüğünü gördüm. Ayakkabımı aradı gözlerim ama bir türlü bulamadım. Geniş bir ayakkabıyı ayağıma geçirip balkondaki karları ayağımla yokladım, ayakkabılarım yoktu. Dakikalarca aradım ama bir türlü bulamadım. İyice üşüyen ayaklarım ve ellerim soğuktan dondu. Okula kesinlikle gitmeliydim. Gitmezsem pazartesi günü öğretmen hesabını soracaktı mutlaka. Bilmediğim bir dilde öğretmenime cevap vermem de şimdilik imkansızdı. O düşünceler içindeyken aklıma eski arkası yırtık lastik ayakkabılarım geldi. 

Babamın ayak izlerini takip edip odunluktan eski ayakkabılarımı aldım ve ayağıma geçirdim. Yırtık lastik ayakkabılar bu günlük beni idare etmek zorundaydılar. Ama çoraplarım ıslanmış ve ayaklarım üşümeye başlamıştı bile. Evden çantamı alıp okul yoluna koyuldum. 

Yoldan geçmesini umduğum bir arabanın lastik izlerini takip edersem okula kadar rahat yürüyebilecektim. Ancak yola çıktığımda geceden bu yana hiç bir arabanın geçmediğini anladım. Çünkü kar yolun her tarafında ayakkabımın boyunu oldukça aşıyordu. İkide bir arkama dönüp her gün bu saatlerde yoldan geçen kırmızı renkli uzun belediye otobüsünü aradı gözlerim. Bugün gelmeyeceği belli olmuştu. Yol ilerledikçe ayakkabımın içindeki ıslaklığın arttığını iyiden iyiye hissediyordum. 

O gün o kar fırtınasının içindeki küçük siyah bir noktaydım sadece. Üşüyen bedenim, beyazın siyaha tahakkümünü derinden hissediyordu. Bu coğrafyanın kaderiydi beyaz tahakküm ve çocuk da olsa bu kaderle yüzleşemeyen zorlu hayat koşullarında ilerleyemezdi. O gün ben, o kaderle yüzleşen binlerce siyah noktadan biriydim sadece. 

Hayat bir mücadeleden başka neydi ki? Sabahın o saatinde önüme çıkan herkes o mücadelenin birer parçası değil miydi? Kar, benim şahit olduğum bu yaşam tarzının her tarafını kaplıyordu. Yolun her iki tarafındaki uzun kavak ağaçları, bacası yeni yeni tütmeye başlayan toprak damlı evler beyaz esarete teslim olmuşlardı. 

Yoldaki karlara bata çıka okula vardım. Ayakkabımın içi iyice su dolmuş, pantolonum diz altıma kadar ıslanmıştı. Kapıdan içeri girdiğimde bütün herkes bana bakacak ve yırtık lastik ayakkabılarımı görüp benimle alay edecekler hissine kapılmıştım. Ayaklarımı gizleme isteği zihnimi ele geçirmiş bir şekilde merdivenleri çıkmaya başladım. Okul görevlisi Recep Amca’nın okulun arka bahçesindeki koca kömür taşları ile yaktığı kaloriferin ısısı içeriyi doldurmuştu. Beton duvarlar ve mozaik zeminler ısıyı yüzüme yüzüme yansıtıyordu adeta.

En üst kattaki sınıfıma geçip sırama oturdum. Yırtık ayakkabılarımı sıranın altında nasılsa  kimsenin göremeyeceği hissi bana biraz rahatlık vermişti. Tırnak kontrolü esnasında yanımda getirdiğim mendili sıramın üstüne bıraktığımda Ali öğretmenimle göz göze geldim. Manalı bakışlarından belli olduğu kadarıyla halimi anlamıştı sanırım. İlk ders saatinde sınıftaki öğrencileri hece yazdırmak için sırayla tahtaya kaldırdı. Sıra bana gelince beni atlayıp yanımdaki sıra arkadaşım Cengiz’i tahtaya çağırdı. O derste sadece beni kaldırmadı. 

Gün boyunca sıramdan hiç kalkmadım. Teneffüslere çıkmadım. Çantamdaki kitaplar arasına bıraktığım tandır ekmeğini ve otlu peyniri yemedim. Beş ders saati boyunca sınıfın sıcaklığı bedenimi sarmış, ıslak yün çoraplarımdaki ıslaklık ayaklarımı gıdıklayıp bana tatlı bir his veriyordu.  

Son ders saatinde öğretmen yeni öğrettiği beş heceyi beşer defa deftere yazma ödevini vermişti. Tercümanlık eden çocuk doğru ifade etmesine rağmen ben her heceyi beşer defa yazmayı beşer sayfa yazma olarak anlamıştım. Pazartesi gününe kadar her bir heceyi 5 sayfadan yazıp toplamda 25 sayfa yazı yazacaktım. Ali öğretmenimin bu kadar ödevi niye verdiğini anlamamıştım. Ama o ödev verildiğine göre kesinlikle yapılmalıydı.  

Okul çıkış zili çaldığında sınıf hemen boşalmıştı. Dışarı çıkan en son öğrenci ben olmuştum.  Dışarıda kar fırtınası hala devam ediyordu.  Okulun bahçe kapısında kırmızı renkli uzun belediye otobüsünden inen öğlenci öğrencileri gördüğümde yolların temizlenmiş olduğunu anladım. Öğrencilerden para alınmadığı için yolda otobüse denk gelen bütün öğrenciler otobüse binip tıka basa dolduruyordu. Uzun belediye otobüsü ters yöne doğru gittiği için ben binmeyecektim. 

Eve vardığımda ayaklarım yine ıslanmıştı. İçerideki sobanın arkasında uzanıp tatlı bir öğle uykusuna daldım. Uyandığımda ikindi vaktinin gelmiş olduğunu fark ettim. Çantamı açıp defterimi çıkardığımda fark ettiğim tandır ekmeği ve peyniri çıkarıp yanan sobanın, altına bıraktım. Bir bardak çay ile ekmek ve peynirimi yedim. Defterimi alıp ödevimi yapmaya başladım.

Beş heceyi beşer sayfa yazıp tamamlamak iki  günümü almıştı. O hafta sonum, pazar akşamının geç saatlerine kadar 25 sayfa ödevi tamamlamakla geçti. Pazar gecesi önlem olarak sağlam kara lastik ayakkabılarımı içeri almıştım. Pazartesi günü okula sağlam kara lastik ayakkabılarımla gitmiştim. 

İlk önce mendil ve tırnak kontrolü yapıldı. Sonrasında defterler çıkarıldı. Öğretmenimiz ilk sıradan hızlıca ödevleri kontrol etmeye başladı. Bütün arkadaşlarım yarım sayfa ya da bir sayfa ödev yapmıştı. Öğretmenin hiç birine kızmamasına şaşırmıştım. Sıra bana geldiğinde öğretmen sayfaları çevire çevire imzalarken gülümsüyordu. Aferin deyip başımı okşamıştı öğretmenim.

O sene ve sonraki seneler boyunca kış mevsiminin sert yüzünü hep hissedecektim. Yüksekova’nın yüzleri soğuktan kararmış çocukları için kış mevsiminin çilesi, eziyeti ruhlarında ve bedenlerinde derin izler ve hastalıklar bıraksa da çocuklar o çileden dersler çıkarıp büyüyeceklerdi. Ya da hep çocuk kalacaklardı.

YORUM EKLE