UZAK - III
(Gazoz Kapağı)
Özgürlüğün güzel günlerini yaşadığı bu uzak şehirde, çocuklar oyunlarla büyüyordu. Maddeden, paradan ve güçten etkilenmemiş oyunlarla. Babaların satın almak zorunda olmadığı, çocukların kendilerinin seçtiği, malzemelerini kendi zekâlarıyla şekillendirdikleri ve kurallarını kendilerinin belirlediği oyunlardı bunlar. Kimseyi rahatsız etmeyen, doğaya zarar vermeyen, kendi küçük dünyasında yaşayan ve gelişen oyunlardı. Mutluluğun en minimal hali; oyun oynayarak çocuk kalmak, çocuk kalarak da büyümek oluyordu bu şehirde.
Bir gazoz kapağı, bir kibrit kutusunun ön ve arka yüzü, birkaç demir ve ip parçası, yassı ve yuvarlak taşlar, birkaç ağaç parçası... Oyun malzemeleri her yerde bulunabilecek malzemelerdi. Oyunlar sabahın erken saatlerinde başlar, günün belli saatlerinde oynanır ve kimi zaman akşamın karanlığında da devam ederdi. Günün büyük bir kısmını oyunla geçiren ve artık iyice yorulan çocuk bedenleri, erkenden serilen yer yataklarına mutlu bir şekilde düşer, ertesi sabaha kadar güzel rüyalara dalardı.
O sabah yine erkenden oyun alanında toplanmıştık. Çarşıya gidip gazoz kapakları toplayacaktık. Bütün çocuklar kendi aramızda çarşının neresinde gazoz kapağı bulacağımızı konuşarak çarşı yoluna koyulduk. Benim aklıma Belediye Çay Bahçesi geldi. Arkadaşlarım Kesici Pasajı, Sinema Sokağı, Sait Boru veya Atmaca Ticaret, çay ocakları gibi farklı bir sürü yer ismi telaffuz ettiler. Hepsini dolaşıp köşe bucak gazoz kapağı arayacaktık. Gözlerimiz pürdikkat yolu ve yolun iki kenarındaki su kanallarını tarayarak çarşıya doğru yürüyorduk.
İlk uğrak yerimiz Belediye Binası'nın arka tarafında yer alan Belediye Çay Bahçesi olmuştu. Yüksekova çarşısını ortadan ikiye bölen dereye bitişik olan sarı boyalı, iki katlı belediye binasının arka tarafında geniş bir ağaçlık alana yayılmıştı çay bahçesi. Bahçe duvarının önündeki kare şeklindeki geniş boş alanın iki tarafı yan yana dizilmiş ufak dükkanların üzerine inşa edilmiş Cilo Spor Kulübü Binası, bir tarafı da belediyenin hemen yan tarafında yer alan Sümerbank Binası’ndan oluşuyordu. O dönemin en kaliteli ve en güzel giyeceklerini satan, devlete ait bir kurumdu Sümerbank.
Çay bahçesinde oturanların uğultusuna ağaçlara konan küçük serçelerin neşeli sesleri karışıyordu. Ara ara ayrı masalardan yüksek sesle duyulan gülüşme sesleri herkesin burada bulunmaktan mutlu olduğunu gösteriyordu. Bahçe duvarının dibinde aralıklarla üç tane boyacı sandığı bulunuyordu. Boyacı çocuklar ellerinde terliklerle masaların arasında dolaşıp boyanacak ayakkabı arıyorlardı. Bahçe duvarının diplerini, çay masalarının aralarını didik didik ederek gazoz kapağı aradık ve birkaç tane bulduk.
Sümerbank’ın yanındaki ara boşluktan yola çıktığımızda karşımızda bulunan sıra dükkanların tam köşesinde Hacı Celal Amca’nın bakkaliyesi yer alıyordu. Geniş tahta camekanının önüne yerleştirilen raflara özenle yerleştirilmiş kekleri, bisküvileri, çikolataları ve daha bir sürü eylence çeşitlerini izlemek bizi mutlu ediyordu. Kapıdan içeriye bakınca masanın üzerinde bulunan pompalı büyük kolonya şişelerini görüyorduk. Her biri ayrı renk kolonyalar ile dolu olan bu şişelerden etrafa yayılan kolonya kokuları kapıdan yüzümüze çarpıyordu. Bakkal Hacı Celal Amca hep güzel kokan bakkaliyesiyle o dönemi yaşamış her çocuğun dünyasına apayrı bir tat ve koku bırakıyordu.
Esen Otel’i geçip Kesici Pasajı'nın girişine geldiğimizde kaldırımın üzerinde bulduğumuz birkaç gazoz kapağına hepimiz birden saldırdık. Mutlu bir şekilde pasajın her zaman gölgeli görünen loş aydınlıklı kapısından içeri girdiğimizde küçük pasajın kendine özgü kokusu bizi karşıladı. Çay bahçelerine özgü uğultu ve gülüşme seslerini burada da duyduk. Pasajın orta yerinde bulunan çeşmeden su içmek için çeşmenin başına üşüştük. Ağzımızı çeşmenin ucuna dayayıp su içtikten sonra her birimiz, önceki çocuğun ağzının değdiği çeşmeden su içmemek için avuç içi ile çeşmenin ucunu iyice yıkayıp öyle su içiyorduk. Gülüşme seslerimizi duyan kahvecinin bağırmasıyla hepimiz koşarak pasajın Sobacılar Sokağı’na açılan kapısından dışarı çıktık.
Sobacılar Sokağı’nın dar kaldırımlarına gelişigüzel bırakılmış çeşitli hırdavat ve inşaat malzemelerinin arasından gazoz kapağı araya araya sokağın yukarı ucuna kadar yürüdük. Sinema Sokağı’nın başına gelmiştik. Az ötede kaldırımda bulunan eski tahta sandalyeler dikkatimizi çekmişti. Sayıları oldukça fazlaydı ve yanaşmış olan bir kamyona yükleniyordu. Yukarı katta bulunan Sinema Salonu’na çıkan merdivenlerden aşağıya sandalyeler indiriliyordu. Sinema Sokağı’nı derin bir sessizlik bürümüştü. Sadece taşınan sandalyelerin sesleri duyuluyordu. Küçük şehrimizin bu ilk sineması zamana, ilgisizliğe ve belki de bilmediğimiz, anlamadığımız baskılara dayanamamış ve kapanmıştı. Bu sokakta gazoz kapağı bulamayacağımızı anlamıştık. Eski sandalyelere baka baka sokaktan geçip gazoz kapağı arama maceramıza devam ettik.
Çarşının Şemdinli yolu çıkışına gelmiştik. Atmaca Ticaret burada bulunuyordu. Kapısında kamyondan yeni indirilmiş meşrubat kasaları üst üste dizilmişti. Parlak, ince ve uzun cam şişelerdeki sarı, siyah ve beyaz renkli meşrubatlar şehrin her tarafına buradan dağıtılıyordu. Dükkanlarda, kahvelerde ve lokantalarda tüketilip boşalan meşrubat şişeleri tekrar kasalarına bırakılıp buraya iade ediliyordu. Birkaç işçi kasaları içeri taşıma işiyle uğraşıyordu. Az öteden bizi izleyen dükkan sahibi ne aradığımızı anlamıştı. Bizi yanına çağırıp küçük bir poşet dolusu gazoz kapağı verdi. İlk defa bu kadar fazla gazoz kapağını bir arada görmenin mutluluğu gözlerimizden okunuyordu. Teşekkür ederek oradan ayrılıp sevinçle evin yolunu tuttuk.
Kışla Tepesi’ne çıkan yolun başına geldiğimizde kaldırıma oturup aramızda kapakları bölüştürdük. Rengarenk yirmi iki gazoz kapağım olmuştu. Oldukça mutlu bir şekilde kapakları ceplerime doldurdum . Ellerim ceplerimde az ötedeki Sinema Sokağı’ndan içeri girdiğimde sandalye dolu kamyonun çıkıp gittiğini gördüm. Bu gidiş bu küçük şehrin günlük yaşantısından birçok şeyin gideceğinin ilk habercisi olacaktı. Kamyonlar kasalarına yeniyi yükleyip geliyordu bu şehre. Aynı kamyonlar kasalarına eskiyi yükleyip şehirden çıkıyorlardı.
Mahalleye döndüğümüz gibi gazoz kapaklarıyla oynamaya başladık. Ama kendi aramızda bir kural koyduk. Kim kazanırsa kazansın gazoz kapaklarını sahibine iade edecek ve aramızdan hiç kimse bu kapaklarla grup dışından çocuklarla oynayamayacaktı. O kadar uğraş sonucunda elde edilenleri kimse hemen kaybetmek istemiyordu. Çocuktuk ama her şeyi bir mücadele sonunda elde ediyorduk ve o mücadele sonucu elde edilen her şey değerliydi.
***
Yaklaşık bir ay sonra evimizin balkonuna uzun demir direkli bir anten takıldı. Birkaç gün sonra da televizyon geldi. O gün bütün komşular evimizi ziyaret ettiler. Siyah beyaz televizyon herkesin ilgisini çekmişti. Bizim için bir ilk olan bu yeni alet günün belli saatlerinde açılıp izleniyor ve çocukların dokunmasına izin verilmiyordu. Televizyonun büyüsü hepimizi etkisi altına almıştı. Aile ve sokak düzenimiz televizyonun varlığına göre şekillenecekti artık.
Kamyonlar eski sinema sandalyelerini götürürken yerine televizyonlar getirmişlerdi. Artık şehir bir araya gelip sinema filmi izlemeyecekti. Dahası en güzel sinema filmleri tadında olan o günlük hayatımız büyüsünü yavaş yavaş kaybedecekti. Zamanla Sinema Sokağı’nın ismi değişecek, Eski Sinema Sokağı olacaktı. Şehre daha çok kamyon geldikçe, gazoz kapağı peşinde koşan şehir çocukları, sokaklardan çekilip evlerine hapsolacaklardı.
Ağzina sağlık Tâhir hoca