7 Haziran’ı, dolayısıyla halkın barış tercihini yok sayan Cumhurbaşkanı “Türkiye Cumhuriyeti devleti, terör örgütüyle de, sözde siyasetçi, sözde aydın, sözde STK temsilcisi herkesten de şehitlerin kanlarının hesabını sorma gücüne sahiptir” derken; Başbakan Davutoğlu da, IŞİD bahanesiyle sol ve Kürt muhalefete karşı başlatılan operasyonların hız kesmeyeceğini ilan etti.
Geride bıraktığımız hafta bu yönelimin yol açtığı ölüm, çatışma, operasyon, infaz, ırkçı ve milliyetçi eylemler haberlerini arttırdı.
Ülke her gün biraz daha çatışma, gerilim ve kaos ortamına sürüklenirken, ana muhalefet partisi CHP’ye yönelik sesleniş ve eleştiriler de artıyor. Geçtiğimiz hafta olağanüstü toplantıya çağırdığı TBMM’de araştırma komisyonu kurulması talebi AKP ve MHP oylarıyla reddedilen CHP’ye, “AKP tarafından oyalanma”, “savaş politikaları karşısında uygun siyaset geliştirememe” yönündeki eleştiriler yöneltilirken, “AKP ile koalisyon yapma”, “Masadan kalk” çağrıları yapılıyor.
CHP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Av. Sezgin Tanrıkulu ile partisine yöneltilen eleştirileri ve vekil yargılama dosyalarının raflardan indirildiği; özgürlük, demokrasi isteyenlerin cendereye alındığı memleket tablosunu konuştuk.
7 Haziran sonuçları için yapılan ‘demokrasi ve özgürlükler gelişecek’ analizlerinin mürekkebi kurumadan bugün savaşın eşiğine gelmeyi konuşuyoruz. ‘Neden’ sorusuna sizin yanıtınız ne?
Evet, Türkiye yeniden bir çatışma, savaş ortamının eşiğine geldi. Son bir hafta on gündür, 80’lerde, 90’larda gördüğümüz vahim tabloyu yeniden yaşıyoruz. Bu tamamen savaştan, ölümden, çatışmadan siyasi rant elde etmeye dönük AKP siyasetinin sonucudur.
Adalet ve Kalkınma Partisi başından bu yana barış odaklı bir siyaset izlemedi. Hem Türkiye içinde kendi yurttaşlarına karşı, hem de Türkiye dışında komşularımızla ve diğer halklara karşı barış odaklı bir siyaset izlemedi. Çözüm sürecini kendi siyasal gelecekleri için dönemsel olarak kullandılar. 2011’den önce de öyleydi ama 2011’den sonra hem yerel seçimlerde hem cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi siyasi başarıları için kullandılar. Kısmen de başarılı oldular ama 7 Haziran seçimlerinde maskeleri düşünce tekrar asıl kimliklerine döndüler. Demokrasi, özgürlük, adalet ve barış karşıtlığı bir siyaset tarzını yeniden yürürlüğe soktular.
Başbakan’ın operasyonların devam edeceğini açıkladığı konuşmasında, ‘Evlatlarımızı da feda etmeye hazırız’ sözlerini nasıl değerlendirdiniz?
Davutoğlu’nun söylediği söz, bir siyasetçinin kolay söyleyeceği bir söz değil. Sen kimin evladını feda ediyorsun? Sen kendi evladını gönderiyor musun? Hiçbir anneye sordun mu, ‘siz doğurduğunuz çocuğunuzun gitmesini istiyor musunuz’ diye? Gittikleri her cenazede beddua ile karşı karşıya geliyorlar. Davutoğlu bu sözleri bazı sendika ve meslek örgütlerinin katıldığı toplantıda söyledi. Savaş politikalarını onlara tasdik ettirmek isteyen bir tarz izledi. Fakat sivil toplum örgütlerinin buna alet olmaması lazım. Ben buradan o meslek odalarına da sesleniyorum; Adelet ve Kalkınma Partisi’nin savaş odaklı politikalarına teslim olmayın, onun politikalarının yürütücüsü, ortağı olmayın!
Dolmabahçe mutabakatının kilit isimlerinden Yalçın Akdoğan, HDP’nin ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ diyerek Cumhurbaşkanı’nı tahrik ettiğini, bu cümlenin sürecin bitmesinin başlangıcını teşkil ettiğini söyledi. Mesele sizce bu kadar basit olabilir mi? Mehmet Bekaroğlu’nun deyimiyle, ülkenin kaderi Erdoğan’ın hırslarına mı bağlandı?
Erdoğan’ın kendisi de bunu ifade etti zaten. “Hem bize oy vermeyeceksiniz, hem de çözüm diyeceksiniz!” Daha ağır cümleler de kurdu. Onun sözcüsü olan Yalçın Akdoğan da tereddüte yer vermeyecek biçimde bunları ifade etmiş oldu. Dolayısıyla yürüttükleri süreci Erdoğan’ın başkanlığı üzerinden kurguladıkları açığa çıktı. Biz baştan beri zaten kendilerini samimi bulmamıştık. HDP’li arkadaşlarımızı da uyarmıştık; “Erdoğan’ın siyasi hırsına Kürt meselesini teslim etmeyin, gelin bunu mecliste güvence altına alalım. Yarın öbür gün ‘ben böyle bir şey söylemedim’ der ve masadan kalkan taraf o olur” demiştik. Şimdi gerçekten de tamiri zor başka bir süreç başladı. Kürt meselesi daha karmaşık, daha zor ve ölümle daha da ağırlaşan bir tabloyla karşımıza geldi.
Selahattin Demirtaş’ın ‘Suruç, Saray gladyosunun işi’ sözleri derin devlet, AKP aklı, devlet aklı tartışmalarının harını yükseltti. Ne dersiniz, demokratik muhalefeti zayıflatmak söz konusu olduğunda Erdoğan/AKP aklı ile devlet aklı ayrışmasından söz edilebilir mi?
Türkiye’de derin devlet hiçbir zaman tükenmedi ve ortadan kalkmadı. Şu anda AKP ve Beştepe’deki örgüt derin devletin kendisi olmuş durumda. Yani derin devletle özdeşleşmiş durumda. Cumhurbaşkanı orada başka bir örgüt kurdu. Cumhurbaşkanlığının teşkilat yapısını değiştirdi, 14 başkanlık kurdu. Sonra örtülü ödenek meselesi... Cumhurbaşkanlığının örtülü ödeneği niçin olur? Türkiye’de 90 yıldır hiçbir cumhurbaşkanı böyle bir ihtiyaç duymazken, neden acaba Erdoğan örtülü ödeneğe ihtiyaç duydu? Örtülü ödeneği nerede kullanacak? Örtülü ödenek diye bir şeyi aslında hükümetlerin de kullanmaması lazım; bütün harcamaların, bütün eylemlerin şeffaf ve açık olması lazım. Şimdi Başbakanlıkta da olmaması gerekirken, cumhurbaşkanının örtülü ödeneğinin gerekçesi örtülü operasyonlar olabilir ancak. Yani hükümete yaptıramadığı, hükümetin yapmadığı, yapamayacağı, belki kendisiyle özdeş olan bir hükümet olmama ihtimaline binaen kendi örgütünü kurdu, o örgütün alt yapısını oluşturdu. Tek başına örtülü ödeneğin varlığı bile, kaçak sarayın, yani Cumhurbaşkanı’nın saray örgütünün kirli işlere, örtülü işlere bulaştığının karinesidir.
ELEŞTİRİLER HAKSIZ; SAVAŞ POLİTİKALARINA HER YERDE KARŞI DURUYORUZ
Malumunuz, CHP’nin AKP’nin savaş politikası karşısındaki pozisyonu giderek daha fazla eleştiriliyor. ‘CHP, yeni duruma uygun bir politika geliştiremiyor, AKP’ye angaje oldu, AKP ile hala nasıl masaya oturuyor’ deniyor. Kimi yorumcular ise, CHP’nin temkinli, tedirgin, ürkek açıklamalar yapmasını devlet ideolojisine yakınlıkla açıklıyor. Eleştirilere yanıtınız ne?Genel Başkanımız güvenlik politikalarıyla Kürt meselesinin çözülmeyeceğini, çözülmediğini her fırsatta çok açıklıkla ifade ediyor. Örgütlerimizin tümü ve bizler, savaş ve güvenlik politikalarına karşıyız, tedirgin veya ürkek değil, açık bir şekilde karşıyız. O nedenle Meclisi toplantıya çağırdık zaten. Mecliste bir mekanizma oluşsun, o mekanizma hükümeti de denetlesin, nerede ne yanlışlık var, hangi mekanizmaların kurulması lazım, araştırılsın dedik. Çatışmaya karşı olduğumuz, barış yanlısı olduğumuz, Türkiye’de büyük bir uzlaşı ve toplumsal barışın sağlanması için çağırdık. Savaşa açık biçimde karşıyız, bütün ölümlere karşıyız. PKK’nin de demokratik siyasi alanın güçlendirilmesine katkı sunması, demokratik siyasi alanı zayıflatacak davranışlardan kaçınması lazım. Elinde rehine varsa onları derhal serbest bırakması ve yurt içindeki silahlı eylemlerine son vermesi lazım. Çünkü bu, Türkiye’de Kürt meselesinin demokratik siyasi çözümüne hizmet etmiyor. Daha ortada bir hükümet yok, ne olacağı belli değil, demokratik alanda elde edilen bir başarı var, bu başarının gölgelenmesine ve demokratik siyaset alanın daralmasına veya ortadan kalkmasına kendileri eylemleriyle katkıda bulunuyorlar.
Savaş-çatışma karşıtı tutumun altının doldurulmadığı eleştirileri haksız mı?
Bakın bugün (cumartesi) iki Genel Başkan Yardımcımız Gürsel Tekin ve Enis Berberoğlu, altı milletvekili arkadaşımızla birlikte Diyarbakır’dalar. Başbakan Davutoğlu Ankara’da meslek örgütleriyle savaş toplantısı yaparak savaş ve çatışmaya destek isterken, biz barış için Diyarbakır’da olduk. Arkadaşlarımız Diyarbakır’daki meslek örgütleriyle, kanaat önderleriyle barış odaklı bir Türkiye siyaseti için görüşüyor. Yine Genel Başkan Yardımcımız Veli Ağbaba başkanlığında başka bir heyetimiz, IŞİD’in faaliyet alanlarını araştırmak amacıyla Adıyaman’dalar. Bunlar barış odaklı çalışma değilse nedir? Parlamentodaki bütün milletvekillerimiz çatışma ve savaş olmaması için kendimizi ortaya koyduk. Örgütümüz keza öyle. Ben dahil Barış Bloku’na destek verdik, kurucular arasında yer aldık.
Türkiye’nin ana muhalefet partisi ve sosyal demokrat bir parti olarak CHP, karanlık gidişata mani olacak, barış mücadelesini güçlendirecek farklı politikalar geliştiremez mi?
Sonuçta bizim silahlı örgütümüz yok, il örgütlerimiz var, Meclis grubumuz var, parti örgütümüz var, yapacağımız en meşru yöntem Meclisi çalıştırmak, açık tutmak olmalıydı. Acil toplanma konusunu biz gündeme aldık. Her gün, her yerde savaş politikasına karşı durduğumuzu ifade ediyoruz. CHP gibi çalışan başka bir siyasi parti var mı? CHP ne yapabilir diye önersinler. Bu kadar değişime, dönüşüme, bu kadar açık sol ve sosyal demokrat politika izlemesine, Meclis grubunu yenilemesine rağmen bu kadar çok eleştiriyi gerçekten hak etmiyoruz. Nerede bir olay varsa, nerede bir insan hakları ihlali varsa, insanlığa karşı bir katliam varsa, hangi cezaevinde bir zulüm varsa, doğaya, çevreye karşı nerede bir katliam varsa, mutlaka orada CHP vardır. Başka ne yapabiliriz? Bir şey yapma imkanımız yok anlamında söylemiyorum ama tümünü yapmaya çalışıyoruz. Her yerde de varız. Biraz önce Cumartesi Annelerinin eylemindeydim, 50 derece güneşin altında bir saat milletvekilleriyle birlikte Cumartesi Annelerine dayanışma için bekledik. Ama bu eleştirileri yönelten arkadaşların biri bile yoktu orada.
HANGİ TEPKİLERİ VERECEKTİK DE, ŞİMDİ VERMİYORUZ?
CHP ve AKP heyetleri koalisyon görüşmelerini sürdürürken, Kılıçdaroğlu hakkında dokunulmazlığının kaldırılması talebiyle soruşturulma başlatılacağı haberleri geldi. Öte yandan eş zamanlı olarak MHP ile de koalisyon için görüşüldüğü bizzat Başbakan tarafından açıklandı. Hükümet ortağı olma olasılığı olan partinin genel başkanına, tam da görüşmeler sürerken soruşturma başlatılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim açımızdan dokunulmazlık meselesi hiç önemli değil. Biz milletvekili adaylığına başvurduğumuz zaman parti başkanlığına “dokunulmazlık istemiyoruz” diye dilekçeler verdik. İstedikleri kadar kaldırsınlar, biz inandığımız demokrasi ve insan hakları mücadelesine devam ederiz.
Yine de bu etik midir?
Bunlardan etik ya da ahlaklı davranmalarını beklemiyoruz. Ama siyasetin gereği olarak da koalisyon görüşmeleri yapıyoruz. Ben koalisyon görüşmeleri bakımından Davutoğlu’nun değil Erdoğan’ın belirleyici olacağını düşünüyorum. Erdoğan insiyatifi elinde bulundurduğunu açık bir şekilde ifade ediyor zaten. Davutoğlu’nun en azından şunu söylemesi lazım, “siz bana Anayasa uyarınca görev verdiniz, dolayısıyla kiminle koalisyon yaparım, nasıl yaparım, erken seçime mi giderim, bunu bana bırakmanız lazım, sizin bu konularda görüş beyan etmeniz doğru değil” demesi lazım. Ama diyebilir mi, diyemez!
Yani Davutoğlu’na bırakılsa, koalisyon tablosu başka türlü mü şekillenir?
Ona bırakılsa değil, kendisinin bunu yapması lazım. İstese de yapabilir mi, ayrı mesele! Erdoğan’la siyasi ortaklıkları, geçmişleri, dünyaya bakışları çok farklı değil. Farklı olmasını isterim ama bunu çok olanaklı görmüyorum.
Genel kanı, MHP destekli ve erken seçim hedefli bir azınlık hükümetine doğru gidildiği yönünde. Buraya doğru gidilirken de CHP operasyonlara çok tepki vermesin diye AKP tarafından oyalanıyor! Öyle midir?
Gerçekten insafsızlık. Alakası yok. Biz koalisyon görüşmeleri yapmamış olsaydık hangi tepkileri verecektik de, şimdi vermiyoruz? Parlamento tatilde, çağıran biziz. Bulunduğumuz her yerde savaşa karşı olduğumuzu söylüyoruz. Savaşa karşı olan diğer siyasi partiler ne yapıyor da, CHP onu yapmıyor?
Koalisyon için 45 günlük süre var. Bu sürenin dolması lazım. Biz her şeye rağmen yapıcı tutumumuzu sürdürmeye çalışıyoruz. En geç çarşamba günü, CHP ile olan süreç bitecek ve CHP-AKP görüşmelerinin bir koalisyonla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı aşağı yukarı belli olacak. Geriye 15-20 günlük bir süre kalacak. Bu süre de, başka bir siyasi partiye görev verme bakımından da yeterli bir süredir.
‘MHP-AKP koalisyonu Meclis Başkanlığı seçimi ile fiili olarak kurulmuştu. İş resmi olarak açıklanmasına kaldı’ deniyor. Sizin değerlendirmeniz ne?
Valla kendileri bilir, ikisi için hayırlı olsun ama Türkiye için hayırlı olur mu, mesele o.
HDP’NİN GÜÇLÜ BİR SİYASİ AKTÖR OLMASINDAN YANAYIZ
Kemal Kılıçdaroğlu, Selahattin Demirtaş’la bu hafta bir araya gelecek. Artan milliyetçi havanın CHP’nin, HDP ile yan yana gelmesini güçleştireceğine ilişkin yorumlar yapıldı. Görüşme, aynı zamanda bu yorumlara da bir yanıt mı teşkil edecek?
Ben o kanaatte değilim, Genel Başkanımız da değil. HDP’nin demokratik siyasi alanda, güçlü bir siyasi aktör olmasından yanayız. Seçimlerden önce de görüşümüz oydu, bu görüşümüz herkes tarafından takdir topladı. Ayrı siyasi iki partiyiz, demokratik alanda beraber durduğumuz yerler var, ayrı durduğumuz yerler var. Ama 7 Haziran’dan sonra ne olmuş da ayrı duralım ya da karşı karşıya gelelim? Genel Başkanımız da ifade etti, biz HDP’nin demokratik alanda zayıflatılmasının değil, güçlü olmasının Türkiye’nin Kürt meselesine ve demokrasi meselesine hizmet edeceği görüşündeyiz. Onu ötekileştirerek ya da sistem dışına iterek değil.
BİZİM ÖNERDİĞİMİZ YÖNTEM SÜRECİN ŞEHVETİ NEDENİYLE GÖRÜLMEDİ
‘Tamiri zor başka bir süreç başladı’ dediniz. Müzakereler yeniden başlayabilir mi? Ya da aynı noktadan başlar mı?
Türkiye’nin barış talebi bitmez. AKP’nin “milli birlik ve kardeşlik süreci”, “açılım süreci” vs şeklinde isimlerle adlandırdığı mesele, esas itibariyle bir toplumsal barış meselesidir ve Türkiye’nin Kürt meselesini demokrasiyle, özgürlükle, adaletle ve eşit yurttaşlıkla çözme meselesidir. Bu bitmez ve biz CHP olarak Türkiye’nin Kürt meselesini demokrasiyle, demokrasi açığını gidererek, özgürlük ve adaletle çözeceğimiz konusunda iddialıyız. Bakın bizim parlamentoda önerdiğimiz yöntem, AKP’nin başlattığı bu sürecin şehveti nedeniyle görülmedi ve çok haksız ithamlarla karşı karşıya kaldı. Biz iki yıl önce HDP’li arkadaşlarımızı uyardık. Sonra ne oldu, HDP’li arkadaşlarımız “CHP haklıymış” dedi. Bunun yasasını sunduk parlamentoya. 2 Temmuz 2014’te AKP’nin Terörü Sonlandırma Yasası dediği yasa görüşülürken, bizim Toplumsal Barışı Sağlama dediğimiz yasayı İçişleri Komisyonu’na sunduk. HDP’li sözcülerin İçişleri Komisyonu’nda yaptıkları açıklamalar var, CHP’nin önerisi daha tutarlı ve daha kapsamlı, birleştirip görüşelim denildi, kabul edilmedi. Dolayısıyla, CHP’nin zaten Mecliste başlattığı, yasasını sunduğu ve bu dönemde yenilediği bir yöntem önerisi var. Kürt meselesi bir; demokrasi özgürlük, adalet meselesidir. İki; silahsızlanma yani çatışmanın sonlanması meselesidir. Demokrasiyi güçlendirecek, eksiğini giderecek adımların parlamentoda silahsızlanmaya bağlı olmadan atılması lazım, diğer taraftan da örgütün hangi yöntemle silahsız hale geleceğinin yine parlamentoda oluşturulacak bir komisyon vasıtasıyla araştırılması lazım. Her ikisini de CHP önerdi. Maalesef 7 Haziran’da AKP başarısızlığından sonra başka bir tabloyla karşı karşıya kaldık Ama bu tabloya, AKP’nin savaş politikalarına biz teslim olmayacağız.
TÜRKİYE’NİN ÖNCELİKLERİNİ 5 MADDEDE TOPLADIK
Koalisyon görüşmelerinin başında açıklanan (Kürt sorunu başlık olarak yer almadığı için de eleştirilen) 14 ilkenin 5’e indirilmesi konusunda da çeşitli spekülasyonlar yapıldı. Buna neden gerek duyuldu?
14 ilke 5’e inmedi; 5 ana başlık belirledik. Anayasa, dış politika, Kürt sorunu, ekonomi ve eğitim. 14 ilkeyi toplasanız zaten bunun içine girer. Anayasa başlığı içinde her şey vardır; cumhurbaşkanlığı, temel haklar, özgürlükler... Diğerinden farklı olarak Kürt sorunu öncelik olarak var çünkü Türkiye’nin bu önceliklere ihtiyacı var.
Dolayısıyla, baskılandığı için şartları azaltma ya da kırmızı çizgilerinden vazgeçme durumu söz konusu değil?
Hayır. 14 ilkede de Anayasa başlığı yoktu mesela. Ama ne vardı, yargı vardı, temel hak ve özgürlükler vardı. Yargı sonuçta Anayasa başlığı altında görülmesi gereken bir şey. Bu beş başlık, Türkiye’nin de, bizim de önceliğimiz.
SURUÇ’TA HİÇ İSTİHBARATIN OLMAMASI MÜMKÜN DEĞİL
Suruç’ta 32 gencin katledildiği saldırının üzerinden 10 gün geçti ancak onlarca sorunun biri bile yanıtı bulmuş değil. Katliamın hemen ardından siz ve Veli Ağbaba başkanlığındaki 15 kişilik CHP heyeti Suruç’a gitti. İncelemelerinizi hızla bir rapor haline getirerek kamuoyu ile paylaştınız. Temel bulgularınız ne yöndeydi?
Yeniden savaş gündemi Türkiye’nin diğer gündemlerini geri plana itiyor. Suruç’ta ihmal demeyeyim ama çok büyük bir zafiyet var. Çünkü daha önce Diyarbakır’da, Adana ve Mersin’de IŞİD’in katliamları, katliam girişimleri oldu ve o olaydan sonra Türkiye’deki bazı hedefleri tehdit etmeye devam etti. Suruç, Kobani’nin bitişiğinde ve 350’ye yakın sosyalist gencin o günlerde orada toplanacağı belli. Dolayısıyla bir önlem alınmamış olması, bir istihbarat faaliyetinin olmayışı büyük bir zafiyeti, belki de bir göz yummayı gösteriyor.
Çünkü hiç istihbaratın olmaması mümkün değildir. Hiçbir istihbarat biriminden emniyete, kaymakamlığa, idari makamlara bildirilmemiş olması tek başına önemli bir delildir ve ipucudur.
Raporunuzu hükümete de ulaştırdınız, peki şu güne kadar bir reaksiyon aldınız mı?
Şunu söyleyeyim, hırsız evin içindeyse bir işe yaramaz! Yani sonuçta kimi kime göndereceksiniz? Katliamı önlemekle yükümlü olanlar bunu yapmamışlarsa ve soruşturacak olanlar da onlarsa nasıl baş edeceksiniz?
Suruç katliamı ve Kilis sınırında bir askerin öldürülmesi gerekçesiyle başlatılan operasyonların IŞİD ayağı için sizin değerlendirmeniz ne?
Esas vesile Suruç katliamı değil, üç gün sonra Kilis’teki askerin IŞİD tarafından öldürülmesi oldu. Onu vesile edip koalisyon güçleriyle ortaklığa girdiler ve Ceylanpınar’daki vahim olayı vesile edip, Kandil’e ve Türkiye’nin kara sınırları içindeki başka yerlere hava operasyonu yapılmaya başladı. Asıl niyetleri IŞİD değil; asıl niyetleri IŞİD olsaydı, hükümet baştan beri IŞİD’in Türkiye’deki çalışmalarını bu kadar rahat yürütmesine izin vermezdi. IŞİD Türkiye’deki hukuk basıkından da -emin değilim ama- halen bir terör listesine girmemiştir.
Terör örgütüne girdiği konusunda Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yaptığı bir açıklama yok. 2013-14’te bunu hükümete sorduğum zaman bana BM Güvenlik Konseyi’nin terörizme karşı sözleşme nedeniyle aldığı bir kararın Resmi Gazetede yayınlanmasını örnek göstermişlerdi. Ben o resmi gazeteyi aldım okudum, IŞİD’in uluslararası faaliyetleri bakımından para transferleri ve mal varlıklarının dondurulmasını kapsayan bir karardı. Altında da şu hüküm vardı; bu kararnamenin gereklerini Maliye Bakanlığı yürütür. Yani gerçek anlamda bir terör örgütü listesine alınsa Maliye Bakanlığı mı IŞİD’le mücadele edecek? Terör örgütü listesine alınmadığı içindir ki, 10 bine yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çok rahatlıkla IŞİD’e ya da diğer cihad örgütlerine gidip katıldı, bir kısmı savaşmaya devam ediyor, bir kısmı geri geldi ve bunlar herhalde kendilerine vahiy geldi de savaşmaya gitmediler. Mutlaka bir örgütsel faaliyet içinde bulunduktan sonra gittiler ve bir cezai işlem yapılmadı bugüne kadar. En son geçtiğimiz günlerde bir Yargıtay kararı çıktı. Suriye’ye gidip gelen bir IŞİD mensubuna Adana Ağır Ceza Mahkemesi örgüt üyeliğinden ceza veriyor, Yargıtay’ın bozma gerekçesi var, diyor ki, Emniyet Genel Müdürlüğüne sor, IŞİD diye bir örgüt terör örgütü listesinde var mıdır, yok mudur? Varsa şeması nedir, lideri kimdir, faaliyetleri nedir? Bundan da anlaşılıyor ki, en azından bugünlere kadar IŞİD’i küresel bir terör örgütü, insanlığa karşı suç işleyen bir örgüt olarak görmemiş Türkiye. Niye görmemiş? Çünkü Esad rejimine karşı savaştıkları ya da savaşır göründükleri için Türkiye’den destek almışlar.
Güncelleme Tarihi: 03 Ağustos 2015, 10:45