"Bizim demokratik siyasetten anladığımız, her farklılığın kendi farklılığını koruyarak, kendi farklı kimliğiyle siyaset yapabilmesidir. Zaten 10 maddelik taslağın ilk maddesi ve bence kilit maddesi de demokratik siyaset üzerinedir. Her şeyin çözümü orada saklıdır" diyen Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eşbaşkanı Emine Ayna, çözüm sürecinde gelinen noktayı, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından sunulan 10 maddelik taslağı, iç güvenlik paketi ve Kürdistan’daki seçim hazırlıklarını ANF’ye değerlendirdi.
Çözüm sürecinde gelinen nokta konusunda ne düşünüyorsunuz?
Böylesi derinlikli, kökü yüzyıllara dayanan sorunların bir çırpıda çözülemeyeceğinin elbetteki farkındayız. Kürt sorununu barışçıl bir şekilde çözebilmek için, bugüne kadar mücadele yürüttüğümüz güçlerle görüşmek ve onlarla bir uzlaşma noktası yakalamak zorunda olduğumuzun da farkındayız. Bunun, sorunların nedenlerini ortadan kaldıran bir zihniyetle yapılması gerektiğine inanıyoruz. Kürt sorununun nedeni bir ulusun inkarının ötesinde bir soykırım sorunudur. Biz bu soykırım sorununa da klasik anlamda bir devletin askeriyle yapılmış soykırım uygulaması diye yaklaşmıyoruz. Çünkü bu soykırımın kökeninde devletçi zihniyet yatıyor. Tabii ki fiziksel soykırımlar da olmuş, en yakın tarihte yaşananlardan biri de Roboski’dir biliyorsunuz. Çoluk çocuk göz göre göre katledildi. Bu açıdan bakıldığında fiziksel bir soykırım var ama aynı zamanda ekonomik bir soykırım da var. Sömürü düzeni var. Bu sadece genel anlamda kapitalist düzenin emeği sömürmesinden öte, Kürdü “hizmetçi“ olarak gören bir zihniyetin yol açtığı sömürüdür. Hani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, “Aslolan Türktür, Kürtlere düşen hizmet etmektir” diyen zihniyet var ya, işte o anlamda bir ekonomik soykırımdır. Tüm Türkiye’de kaynaklar var ve hor kullanılıyor. Türkiye’de yaşayan halkların o kaynağa ilişkin düşüncelerinin alınmadığı, o kaynağın üretimine ve tüketimine, paylaşımına ortak edilmediği bir sömürü düzeni var, ama Kürdistan’daki ekonomik soykırımın temelinde yatan düşünce talan ve yok etmek, o kaynağı ortadan kaldırmak. Niye? Çünkü Kürtler ulusal anlamda bir statü talep ettikleri zaman dayanacakları bir ekonomik düzen kalmasın diye. Örneğin ormanlar yok ediliyor, barajlar yapılıyor, su, toprak tüketiliyor, toprak tarım alanı olmaktan çıkartılıyor ki asıl Mezopotamya, Kürdistan toprakları tarım topraklarıdır. Ancak buna rağmen tarımsal anlamda üretim yapılamayan bir coğrafyaya dönüştürülüyor. Ola ki Kürtler buraya ilişkin bir söz sahibi olsalar bile bize muhtaç olsunlar mantığıyla bölgeyi tecrit ediyorlar ve kullanılamaz bir hale getiriyorlar. Bunun adı ekonomik soykırımdır. Bir diğer soykırım alanı ise siyasal anlamdadır. Özgür iradeleriyle kendi ulusal kimlikleriyle siyaset yapmak isteyen Kürtlere bu hakları da tanınmıyor. Gelinen nokta ulus-devlet anlayışıdır. İşte bu kadar köklü bir sorunu, bugün biz o coğrafyada yaşayan halklarla birlikte o soykırım zihniyetini ortadan kaldıracak şekilde çözmek istiyoruz.
SİLAHLAR BİR SONUÇTUR
Hükümet veya devletin Kürt sorununa bu kadar köklü bir bakış açısıyla yaklaştığını düşünüyor musunuz?
Düşünmüyorum. Zaten çözüm sürecinde meydana gelen tıkanma da bununla alakalıdır. Çünkü mesele sadece silah bırakmak veya bırakmamak değil. Bugün sanki silahlar sussa sorunun ortadan kalkacağına dönük bir algı var. Hayır, silahlar bir sonuçtur, yaşananların bir sonucudur ve sonuçlar ancak nedenler ortadan kalktığında kalkar. İnsanlar ekonomik, ulusal, siyasal, yasal ve sosyal anlamda haklarını kullanabiliyorlarsa niye savaşma ihtiyacı duysunlar? İşin merkezine sorunu koyarak çözmek istemek bir şeye yaramıyor, işin merkezine nedeni koyarak çözmektir aslolan. Hükümetin ve Başkan Öcalan ile görüşen heyetin yan yana oturup, kamuoyunun karşısına çıkıp 10 maddelik bir deklarasyon yapması bu anlamda çok önemli. Bu deklarasyonla birlikte devlet kamuoyu karşısında o 10 maddeye dönük söz vermiş oldu. Bu anlamda önemlidir. Bu 10 maddeyi sadece heyet açıklamış olsaydı Başkan Öcalan bu 10 maddeyi talep ediyor olurdu. Bugüne kadar İmralı’dan bir sürü çözüm taslağı geldi, ama bu bir tarafın önerisiydi. Ama bugün devlet ile heyet yan yana oturdu, kamuoyunun karşısına geçti ve 10 maddeyi açıkladı. Şimdiye kadar devlet, “Bu 10 maddeyi İmralı söylüyor, bu Öcalan’ın talebidir. Ama biz hükümet olarak böyle bir şeyin altına imza koymadık” deyip geri çekilebilirdi ama gelinen noktada artık bunu sadece Öcalan değil, hükümet sözcüsü Yalçın Akdoğan da söylüyor. Kamuoyu önünde verilmiş bir söz vardır artık ve bu anlamda AKP’ye “Sen bu 10 madde altına imza attın, hadi bakalım” diyebiliriz.
HÜKÜMET OYALARSA HALKTAN CEVABINI ALIR
Evet ama daha önce de böyle verilen birçok söz tutulmadı. Birçok kesimde hükümetin seçimlere kadar bir oyalama politikası güttüğü endişesi var. Bu endişeyi paylaşıyor musunuz?
Tabii ki bu endişeleri taşıyoruz. Ama düne kadar da hükümetin heyetle birlikte bir açıklama yapacağını düşünmüyorduk. Ancak halkın mücadelesi ve ortaya koyduğu kararlı duruş, halkın ortaya koyduğu, “Çözmezsen beni başka bir yere itelersin” duruşu hükümeti birlikte açıklama yapma noktasına getirdi. Bugün de sözler tutulmasa bu halk bu 10 maddenin peşine düşer ve sürekli bunu sorgular. Burada hükümetlere, devletlere iş yaptıran halktır. Esas irade halkın iradesidir. Örneğin Güney Afrika’da Apartheid rejimini, o katliamı uygulayanların Mandela ile bir masaya oturacağına ve Mandela’nın Güney Afrika başkanı olacağına kimse inanır mıydı? Güney Afrika rejimi sorunu istediği için mi çözdü? Hayır çözmek zorunda kaldı, başka çaresi yoktu. Şimdi bu durum bizim için de geçerlidir. Bugün devletin başka çaresi kalmadığı için yan yana gelip açıklama yapıyor. Kabul etmek zorunda kalıyor. Ama bu çözümün ne kadar demokratik olacağı bize bağlıdır. Bizim demokratik siyasetten anladığımız, her farklılığın kendi farklılığını koruyarak, kendi farklı kimliğiyle siyaset yapabilmesidir. Zaten 10 maddelik taslağın ilk maddesi ve bence kilit maddesi de demokratik siyaset üzerinedir. Her şeyin çözümü orada saklıdır.
Bunu açabilir misiniz?
Biz demokratik siyasetin, yani farklılıkların, farklı kimlikleri irade haline getirerek siyaset yapabilmelerinin anayasal güvenceye alınmasını istiyoruz ve bunu da böyle ele alacağız. Biz o demokratik siyaseti güncellerken, bu nokta üzerinden güncelleştireceğiz.
BİZİM İÇİN ESAS OLAN DEMOKRATİK SİSTEMDİR!
Bazı kesimler yeni Anayasa istemini tam da Erdoğan’ın talep ettiği başkanlığın onaylanması olarak algılıyor. Siz buna katılıyor musunuz?
Bugüne kadar ırkçılığı uygulayan cumhuriyet sistemiydi. Cumhuriyet sistemi başkanlık sisteminden çok mu demokratiktir? Biz bugün için başkanlık sistemi mi olsun, cumhuriyet sistemi mi olsun, cumhurbaşkanlığı sistemi mi olsun hiç tartışmaya girmeyiz. Başkanlık sistemi de olsa, cumhurbaşkanlığı sistemi de olsa, halk bu siyasetin içinde ne kadar yer alacak biz ona bakarız. Başkanlık sistemi olduğunda yargı-yürütme-yasamanın ayrılığı ne kadar geçerli olacak? Bugünkü sistemde ayrı değil, niye ayrı değil? Çünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) yasa çıkartıyor, yargı o yasaları uygulamak zorunda kalıyor. TBMM’den çıkan anayasa, yasa Kürtçeyi yasaklıyorsa bağımsız yargıdan söz edemezsiniz. Çünkü yargı o yasayı uygulamak zorunda kalır, o nedenle de kuvvetler arasında ayrılık yoktur. Vicdana, topluma, eşitliğe, özgürlüğe dayanan bir yargı sistemi, halkın, toplumun, coğrafyanın çıkarlarını gerektiğinde devlete karşı koruyan bir yargı sistemi kuvvetlerin ayrılığı anlamına gelir. Bu anlamda biz uygulamanın ne kadar demokratik olduğuyla ilgileniyoruz. Yoksa cumhurbaşkanlığı sistemi mi, başkanlık sistemi mi ona bakmıyoruz. Düne kadar cumhurbaşkanlığı sistemiydi, her şeye karar veren Başbakan Erdoğan’dı, bugün cumhurbaşkanlığı sistemidir, Erdoğan gelmiş cumhurbaşkanı olmuş, yine her şeye karar veren odur. Başkan olduğunda, her şeye karar verdiğinde ne fark edecek? Biz bu anlamda kısır bir döngüye asla girmeyiz. Demokratik sistem de yerelin inisiyatifinin tanınmasıdır. Bir köy kararlarını kendi vermelidir, bir ilçe kararlarını kendi vermelidir, bir il kendi kararlarını kendi vermelidir.
ÖNCE DEMOKRATİK SİYASETİN ÖNÜ AÇILMALI
10 maddeye dönersek hükümetin ilk etapta hangi adımları atmasını bekliyorsunuz?
İlk etapta hükümet silahlar sussun diyor ve bunun karşısına demokratik siyaseti koyuyorsa, o zaman silahı kullananların demokratik siyaset yapma kanallarını açması gerekir. İlk ele alınması gereken konu budur. Örneğin Başkan Öcalan İmralı cezaevinde demokratik siyaset yapabilir mi? Yapamaz. Ya da Murat Karayılan, Cemil Bayık, Bese Hozat Kandil’deler ve silah kullanan güçlerdir. Onların silah bırakmaları isteniyorsa o zaman ilk yapılacak iş demokratik siyaset kanallarını açmak ve onların dağdan inmesini güvence altına almaktır. Silahları susturacak olan da zaten eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik siyasettir. Bir ülkede bütün cezaevlerinin toplam nüfusunun yarısından fazlası siyasi tutsaksa, o ülkede demokratik siyaset yoktur. O zaman ilk ele alınması gereken şey, tüm siyasi tutsakların serbest bırakılması ve demokratik siyaset yapmalarının önünün açılmasıdır. Daha bugün duydum ki İzmir’de Vali OHAL uygulamaları başlattı. Diyelim ki o vali halkın istemediği bir karar aldı, o halk tepkisini nerede gösterecek? Valinin önünde gösterecek. Bir kere o karara ilişkin tepkisini gösterebileceği bir mekanizmayı sen ortadan kaldıramazsın.
Bu durum İç Güvenlik Paketi’yle birlikte daha da kötü olmayacak mı?
O zaman silahlar susmayacak işte. O yüzden ben diyorum ki 10 madde içerisinde en kilit madde birinci madde, yani demokratik siyaset maddesidir. Demokratik siyasetin önü şimdi zaten tıkalı, siz İç Güvenlik Paketi’yle daha da kapatıyorsunuz. Peki o zaman silahlar nasıl susacak? Hükümet heyeti ve HDP heyeti birlikte bir açıklama yapıp, demokratik siyaset ve silahların susmasını beraber açıklıyorsa, silahların susmasının yanında demokratik siyasetin önünün açılması gerekir. Demokratik siyasetin önü açılmadığı sürece silah araç olmaktan çıkmaz. Bu sadece PKK ile alakalı bir durum değil. Bu toplumsal, sosyolojik bir realitedir. Kaldı ki Ortadoğu’da bir IŞİD gerçeği var. Ortadoğu’da tüm örgütler, devletler, aşiretler aşırı silahlanıyor ve halklar birbirine kırdırılıyorken, devletsiz tek topluluk olan Kürtlerin kendi öz savunma haklarını, siyasal, kültürel, sosyal haklarını koruyabilecekleri o savunma mekanizmaları nasıl yaratılacak?
SEÇİMDE ÜÇ SÖMÜRÜ DÜZENİNE KARŞI MÜCADELE KRİTERİ
Seçimler giderek yaklaşıyor ve herkes buna göre hazırlanıyor. Kürdistan’da adaylarınızı hangi kriterlere göre belirliyorsunuz?
Bizim kriterlerimiz ilkeseldir. Örneğin üç temel sloganımız vardır. Biri emeğin sömürüsü, ikincisi cins sömürüsü, üçüncüsü ise ulusal sömürüdür. Bu üç sömürü karşısındaki duruş bizim ilkesel duruşumuzdur. Bizden aday olacak kişi bu üç sömürü düzenine karşı mücadele etmelidir. Bunun göstergesi nedir? Bunun göstergesi o adayların geçmiş pratiklerdir. Örneğin çok eşli birini, ya da eşine şiddet uygulamış gösteren birini aday göstermeyiz.
Su anda seçime ilişkin ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz?
Ayın 14’ünde seçmen listeleri asılmaya başlanacak. Biz 9 Mart’a kadar tüm iletişim kanallarını kullanarak bu konuda çalışma yürüttük. Bir an önce internetten seçmen listesini kontrol etmeleri, yoklarsa hemen seçmen olarak yazılmaları yönlü bir çalışmamız vardı. Bir de yeni bir tartışma var: Yurtlarda öğrencilerin oy kullanabilmeleri koşulları yaratılıyor; o da yaratılırsa bütün yurtlardaki öğrencilerin o gün mutlaka oy kullanabilmeleri için uğraşacağız.
SANDIKLARI ÖLÜMÜNE SAVUNACAĞIZ!
Peki sandıkta olası bir hileye karşı nasıl bir çalışmanız olacak?
Ölümüne sahip çıkacağız. Başka bir yolu yok. Sonuçta asker elinde, polis elinde, sandıkları kaçırıyor. İki dönem milletvekilliğimde bu konuda canlı örnekler yaşadım. Biri Mardin’de adayken seçim çalışmalarımızı yürüttük ve seçim günü birkaç okul gezdik. Daha sonra Diyarbakır’a dönerken, Mardin’den bizi aradılar ve okulda polisin silah zoruyla bütün sınıfları boşalttığı ve sandık başındaki tüm parti görevlilerini dışarıya attığı haberi geldi. Biz hemen telefonla İl Seçim Kurulu’nu, savcılığı aradık. Yoldan geri döndük, adliyeye gittik, hakimi ikna etmeye çalıştık. Hakim bu olayın doğru olduğunu anlayıp müdahale edinceye kadar tam 45 dakika geçti. Polisler çıkarıldı çıkartılmasına ama 45 dakika boyunca orada ne yaptıkları meçhuldür. Bir diğer örnek, belediye seçimlerinde Nusaybin’in bir beldesinde yaşandı. İki arkadaşımız sandıkları korurken çok ağır yaralandı. Oradaki AKP adayı bir korucuydu. Bir telefon geldi ki, kavga kıyamet. Korucu ailesinin tümü silahlanmış gelmişler, etrafa ateş ediyorlar. Gittik, müdahale ettik. Kendi arkadaşlarımızı topladık, dedik ki iptal ettirelim. Ancak kafası yarılmış ve ayakta duramayan bir arkadaşımız “Hayır iptal ettirmeyeceksiniz, ben bu sandığı ölümüne korudum” dedi. Ve biz o seçimi aldık. Biz de tıpkı o arkadaşımız gibi sandıklarımızı ölümüne koruyacağız.
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş çıktığı bir televizyon programında HDP’ye sempati duyan ve ittifak yapmak isteyen muhafazakarların tehdit edildiğini beyan etti. Sizin bu durumdan haberiniz var mı?
Var tabii. Bize gelen bilgi bu tehditlerin AKP kaynaklı olduğu yönünde. Resmen Diyarbakır’a gelmişler ve Kürdistanî kimliği önde olan muhafazakar ya da değil kesimleri tehdit etmişler. Eğer HDP kazanırsa ve siz onlarla ittifak kurarsanız biz HDP’den önce size yöneleceğiz diyerek tehdit etmişler. Benim bilgim bu yönde.
Son olarak Newroz yaklaşıyor. Programınız ve çağrınız ne olacak?
Newroz sadece ulusal değil, siyasi nitelikte bir bayramdır. O nedenle mesajımız da siyasi olacaktır. Mezopotamya’daki coğrafyada Newroz baskıya, sömürü düzenine karşı bir isyan çıkışıdır. Biz her Newroz bayramında sömürüye karşı siyasi sözümüzü söylüyoruz, bu Newroz’da da bunu yapacağız.
Güncelleme Tarihi: 11 Mart 2015, 14:03