Ankara’daki hain saldırıyı duyduğum anda, vicdan ve iz’an sahibi her insanın içinde ne gibi duygular uyandıysa, benim içimde de onlar uyandı. Dehşet ve üzüntü. İçiçe geçmiş ilk iki duygu. Ülkemizin ve halkımızın geleceğine ilişkin derin kaygı...
Ardından hemen aklıma gelen, 7 Kasım seçimlerinden 48 saat önce Diyarbakır’daki HDP mitingini kana bulayan saldırı ve 19 Temmuz’da Suruç’ta 33 gencecik insanın bedenlerini paramparça eden katliam oldu. Onların HDP’li ya da HDP sempatizanı oldukları da bir sır değildi.
Türkiye’deki gidişatı ortamın değişmesinde ve 7 Haziran sonuçlarının iptal edilerek olayların 1 Kasım’a doğru yol almasında Suruç belirleyici bir kilometre taşıydı.
İktidar, Suruç katliamını boğuntuyu getirmişti. 24 Temmuz ile başlayan ve bambaşka yönde yol alan gelişmeler ile Suruç ve katliam unutturulmuştu.
Ankara Garı’nın önünde, dün, “Barış Yürüyüşü” için KESK, DİSK, TMMOB ve Türk Tabipler Birliği’nin çağrısı üzerine biraraya gelen insanlar HDP’lilerin toplanma yerinde halay çekmeye başlamışken tarihimizin en büyük “terör eylemi” ve en büyük katliamı meydana geldi. Gecenin geç bir saatinde 95 kişinin can verdiği 200 civarında kişinin yaralandığı belirlenmişti. Yaralı sayısının 400’e tırmandığından, ölü sayısının daha da artmasından korkulduğundan söz eden de vardı.
Bu alçak katliam, 5 Haziran Diyarbakır, 19 Temmuz Suruç saldırılarının 10 Ekim’deki üçüncü halkasıdır. Bunun tartışılacak bir yeri yok.
Yakın tarihimizin en büyük katliamının üçüncü halkasını teşkil ettiği, büyük can kayıplarına yol açan saldırılar zincirinin ortak paydası ise HDP’dir. Bunun da tartışılacak bir tarafı olamaz.
Nitekim, HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın olay üzerine verdiği ilk tepki, “Saldırı, Diyarbakır ve Suruç’un tıpatıp benzeri ve devamı. Bilanço çok ağır” oldu.
Selahattin Demirtaş, infial içinde açıklamasını şöyle sürdürüyor:
“Katliam yerindeki arkadaşlarımızın hepsi acı içinde. Yaralıları ve parçalanmış bedenleri taşımaya çalışıyorlar. Görüntüleri izleyin, polis patlamanın olduğu yere gaz atıyor. Patlamanın ardından olay yerine ilk olarak ambulans değil, çevik kuvvet ekipleri geliyor. (iktidara hitaben) Senin emrindeki polislerin cenazeleri taşıyanlar gaz atıyor. Diyarbakır’da da benzerini yaptılar. Tablo çok ağır... Ölü sayısı artsın diye tesiri güçlü bomba patlatılmış. İstihbaratın imkânlarının bu kadar güçlü olduğu bir devlette bunun bilgisinin olmaması mümkün mü?”
Mümkün mü?
Demirtaş, “Şu güne kadar tek bir sorumlu ortaya çıkartılmış değil. Bir tweet attı diye o kişiyi bulup tutuklayabiliyorlar. Saray’ın emrinden dolayı tek bir kişiyi hapse atıyorlar” diye de konuştu.
Evet, Ankara’daki hain saldırının gerçekleştiği sırada, İstanbul’da bir mahkeme salonunda Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş, bir tweet’inden ötürü demir parmaklıklar arkasına gönderildi!
Demirtaş, devam ediyor: “150’ye yakın insanımızı seçim öncesi ve sonrası kaybettik. Sorumlu ortada yok. Etkili bir soruşturma yok. Bugünkünde de olmayacak. Bizim açımızdan, derin, dış güçlerin yaptığı bir olay değil. Bunların parmağı yoksa, hiç değilse önleyemedikleri tek bir yönetici istifa ediyor mu?”
Ediyor mu?
İçişleri Bakanı kalkmış, yakın tarihimizin en büyük katliamına ilişkin olarak “güvenlik zaafiyeti olduğuna inanmıyorum”diyebiliyor. Daha ne olsun? Güvenlik zaafiyeti daha nasıl olabilir?
Üç-dört ay içinde Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamları. Bu ülkenin “istihbarat örgütü” nerede? MİT ne işe yarar?
Bir vatandaş, “86 ölü, 186 yaralı; güvenlik zaafiyeti yok! İstifa yok! Ama yayın yasağı var. İlginç bir ülke” diye bir tweet yazmış.
Bir başkası “Uludere (Roboski) 34, Reyhanlı 54, Ermenek 18, Soma 301, Suruç 33, Ankara 86” diye istatistik çıkartmış.
Sorumlusu kim bu can kayıplarının?
Yok.
Sorumlu olması gereken ve taşıdığı sıfat ve sorumluluk gereği en basit bir işlemi yapabilen, yani istifa eden?
Yok.
Bu arada, Selahattin Demirtaş’ın ifadesiyle “Bir örgüt lideri çıkıp devlet güvencesinde miting yapabiliyor.” Sedat Peker, bir gün önce Rize’de “Teröre Lanet-Tayyip Erdoğan ile dayanışma mitingi” düzenliyor, “oluk oluk kan akacağı”ndan söz ediyor.
Ertesi gün Ankara’da oluk oluk kan akıyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu, bütün bu çarpıklıkların hiçbir sorumluluğuna sahip değilmiş gibi, tek bir bakanının istifasını talep edemeyecek bir acz içinde, gün boyu, sanki 10 Ekim gününün meselesi Selahattin Demirtaş ile polemiğe çeviriyor.
Vatandaşlarının hayatını güvence altında tutamamaktan sorumlu olması gereken bir Başbakan ve yaz boyu gerçekleşen hiçbir katliam girişimini aydınlatamayan ve üstüne üstlük yürekleri dağlanmış milyonlarca insanın gözlerinin içine baka baka “güvenlik zaafiyeti olmadığı”ndan dem vuran pişkin bakanları, Selahattin Demirtaş’a babalanıyorlar.
Bu ülkenin çivisi çıkmış durumda. Çoktandır böyle. İktidar tarafından, 7 Haziran seçim sonuçları kabul edilmeyerek, sanki 7 Haziran’da seçim yapılmamış gibi bir davranış içine girilerek 1 Kasım’da yeniden seçim yapılması zorlanalı beri, ülkenin çivisi iyice çıkmıştı.
Ama, bizi en çok korkutan 9 Ekim günü yaşadığımız katliam ve benzeri gelişmelerin yaşanmasıydı. Aslında, aylardır her yazımız, her yazımızın her satırı, her satırının her hecesi dün gerçekleşen Ankara’daki “kan banyosu” ihtimaline ilişkin kaygıyı ifade etmek amacındaydı.
10 Ekim ile kaygımız doğrulanmış ve noktalanmış olmadı. Derinleşti.
Bu gidiş ile 1 Kasım’da seçim olacak mı? Gerçekten “özgür” seçimlerin yapılabileceğinden söz edebilecek durumda mıyız?
Keşke olsa ve Türkiye, en temel görevini yerine getiremeyen, vatandaşlarının can güvenliğini sağlamaktan aciz, bu yeteneksiz, bu beceriksiz iktidardan kurtulabilse.
Zira, 1 Kasım’ı bulabilirsek, 10 Ekim’in faturasını bugün iktidar koltuğunda oturanlar mutlaka ödeyeceklerdir.
Daha önceki büyük can kayıplarında olduğu gibi, Suruç katliamının da üstü örtüldü. Boğuntuya getirildi.
Ülkenin başkentindeki katliam öyle olmayacak. Fatura mutlaka ödenecek.
1 Kasım’a varabilirsek...
Güncelleme Tarihi: 11 Ekim 2015, 13:39