Her zaman yağmura, sıcak bir odanın camları arkasında iken neşeli bir karşılık vermezsin, bazen bütün gök üzerine boşalırken, elbiselerin suya dönüşmüşken de aynı duygu tonunda, hatta yaşamaktan dolayı, biraz daha fazlası ile verirsin karşılığını…
Su, damla, bulut hatta gök minnettar kalır kendilerini selamlayışındaki coşkuna… Yükselişin, yücelişin tanımıyla buluşmak gibidir bu…
Coşkunun aktığı her anda bir yüceliş ve yükseliş saklıdır. Yaşama, yaşamından katmaktır. Rengini iliştirmek gibidir.
Ama yağmura dayanmaya alıştırmamalı kendini insan, bazen bulutu da, yağmuru da yadırgamalı. Rengini buradan yansıtmalı. Mesele dayanmak olmamalı. Dayanmak, katlanmaktır çünkü. Katlandıkça çoğalmaz insan, katlandıkça sertleşir, katlandıkça katılaşır, kırılmaya yatkınlığı artar ve caymaya da.
Damlalara meselelerini iliştiren insanlar, fotoğraflarda ve filmlerde güzel görünür. Birde anılar içine saklanmış resimlerde. Çünkü keder aşılmışsa, uzağımızda ise damakta romantik bir tat uyandırır, belki yüzde bir gülümsemeye sebep olur. Yaşanırken, yağmur çoğaltır yükü, ağırlaştırır. Suyu emen tuz vb. maddeler gibidir. Emdikçe ağırlaşır, ağırlaşır…
İçinde keder büyüten şiirler gibi… Bu yüzden sevdiğim bütün şiirleri beyaza boyar, duvarıma öyle asarım. Bu yüzden okumaya beyazdan başlarım. Kederleri beyazın süzgecinden geçsin önce diyorum, sözcüklerine beyazın içinde dokunayım diye.
Şiir ve yağmur lekesiz bir beyazla karşılanmalı. Aksi kararsızlığı besler, aksi kederi büyütmeye elverir. Sonrası yılgınlık olur, sonrası sessizlik…
Anlaşılamamış öyküler gibi, anlaşılamamış yağmurlar ve şiirler de sesini yutar, kendini kendi içine katlar. Orada çoğalmaya, içine doğru büyümeye meyleder.
Bulutlar ve şairler bilirler, yağmurun ve şiirin içindeki doğurganlığı, düştüğü zeminde hayat bulamadıklarında, kendi içlerine doğduklarını. Doğumlarının kesintiye hiç uğramadığını bilirler…
Varsın düştüğü zemin kısır olsun, alsın yutsun ve kussun. Aldığından azını kussun. Damlanın ve sözcüklerin doğasını bozamaz bilirler…
Bilirler, bilirler de söylemezler. Esrarına tutkuludurlar bu hayatın. Hep bir perdenin ardından, hep bir sisin içinden seslenmeyi severler. Ki gözü buğuya takılan ile damlayı seçen ayrışsın, ki gözü muğlaklığa takılan ile sözcüğü seçen ayrışsın…
Ben, toprağa değdikten sonra sıçrayarak yükselen damlacıkları severim. Düşmeye itirazı olan damlaları ya da göğe yükselme arzusunu hal diliyle ifade edenlerini… Topraktan kokusunun birazını çalıp, onun yanağına küçük bir öpücük bıraktıktan sonra yeniden yükselenlerini mesela…
Aklım bu ayrımı seviyor, tekrar tekrar hatırlatıyor bana “yağmur dayanmayı dayatıyorsa, yargıçlığına sarılmalı, yağmur elinden tutar gibi bir duygu uyandırıyorsa, damlanın coşkusuna ket vurmamalı… Eşlik edesin yoksa, hiç değilse alkışı esirgememeli…”
İnsanda başlayıp, insanda biten bir şey değil bu. Yağmurun, hayatının hangi haline denk gelmesidir asıl mesele.
Sabah, yüzünü hangi yana dönüyorsan dön ama yağmurun düştüğü zamanlar için talih dileğinde bulun. Hayatının güzel haline denk düşmesi için… Hayatının, belki de kendinin…
Güncelleme Tarihi: 09 Temmuz 2015, 01:00