Bayık: Önderliğimizin özgürlüğü boynumuzun borcudur

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık: Tecridin sürdürülmesi savaş anlamına gelir. Önderliğimize yaklaşım savaş ve barış gerekçesidir. Önderliğimizin özgürleşmesi de bizim, halkımızın ve gençlerimizin boynunun borcudur.

Bayık: Önderliğimizin özgürlüğü boynumuzun borcudur
 KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde bir tecrit uygulandığını, bunun nedenin de, Öcalan’ın 28 Şubat’ta ortaya konulan deklarasyonda ısrar etmesi, müzakereye başlanmasını istemesi olduğunu kaydetti. Bayık, “Tecridin sürdürülmesi savaş anlamına gelir. Biz her zaman söyledik, Önderliğimize yaklaşım savaş ve barış gerekçesidir. Önderliğimize tecrit uygulanacak, rehine muamelesi yapılacak, her türlü psikolojik savaş yürütülecek, ama buna karşı da bizlerin sessiz olması beklenecek! En başta da gençlik buna tutum koyacak, on binlercesi dağlara çıkacaktır. Halk Önderliğine sahip çıkacaktır, gerilla Önderliğine sahip çıkacaktır. Hiç kimse Kürt gençlerine, gerillaya, halka Önderliğin bu durumunu normalleştiremez, kabul ettiremez. Önderliğin rehin durumunu hiçbir Kürt insanı kabul etmemiştir ve etmeyecektir. Bunu da herkesin bilmesi gerekir. Hareketimiz bir Önderlik Hareketidir; Önderliğimiz esaret altındadır, rehinedir. Dolayısıyla özgürleşmesi de bizim boynumuzun borcudur, halkımızın boyun borcudur, gençlerin boyun borcudur. Çünkü özgürlüğe aşık bir halk gerçeğini bu Önderlik yarattı, özgürlük militanı bir gençliği bu Önderlik yarattı, özgürlük ruhu ve tutkunu kadını bu Önderlik yarattı. Bu açıdan Önderlik üzerindeki bu tutum kabul edilmeyecektir; kabul edilmesi de mümkün değildir. Hiç kimse Önderliğin bu durumunu normalleştiremez, bizi bu duruma alıştıramaz” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, ajansımızın sorularını yanıtladı.

Yalçın Akdoğan’ın “HDP, PKK’ye silah bıraktırmalı” çağrısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonra HDP'ye bu yönlü baskıların yapılacağı anlaşılıyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Bu tür silah bıraksınlar çağrıları, HDP'ye yönelik bu tür dayatmalar Kürt sorununda çözümsüzlüğü örtme çabalarıdır. Çözüm üretmeyen politikalarını gizlemek için bunlar yapılmaktadır. Türkiye'de bir Kürt sorunu vardır, çözülmesi gerekiyor. Kürt sorununda çözüm için adım atmadan gündemi saptırma amaçlı “silah bırakılsın” demek, kesinlikle çözümsüzlükte ısrar etmektir. Gerillanın silahlı mücadeleye nasıl başladığı da bilinmektedir. Kürt sorunu da çözülmemiştir, inkar ve imha politikası da son bulmamıştır, mevcut anayasa da, yasalar da ortadır. Kim mevcut anayasa ve yasalar ortadayken Kürt sorununda inkar ve imha siyasetinin bırakıldığını, asimilasyon ve kültürel soykırımdan vazgeçildiğini söyleyebilir? On binlerce ilköğretim okulu olan Türkiye'de bir tane Kürt okulu yoktur. Bu açıdan gerillanın silahını tartıştırma gündemini Türk devletinin kültürel soykırımcı politikalarını örtme amaçlı bir çarpıtma olarak görüyoruz. Kaldı ki Ortadoğu'nun durumu ortada. Bu Ortadoğu'da kim silah bırakabilir? Kürtler nasıl silah bırakacak? Kürt soykırımı yapılmak isteniyor. Kürtler kafalarını IŞİD gibi kafa koparan bir faşist çeteye mi bırakacaktır? Ya da benzer zihniyette olan iktidarlara ve örgütlere mi bırakacaklardır?

Ortadoğu'da demokratikleşme mi vardır? Gerçekten Ortadoğu demokratikleşmiş midir? Sorunları demokrasi içinde çözme imkanı bulunmakta mıdır? Farklı etnik ve dinsel toplulukların varlığını kabul eden, bu konuda farklı etnik ve inanç topluluklarını yok etmeyi hedeflemeyen bir demokrasi gerçekliği mi vardır? Ortadoğu'da böyle bir durumun olmadığı açıktır. Türkiye'de de yoktur. Türkiye'de hala Kürtlerin de, Alevilerin de, Çerkezlerin de, Süryanilerin ve Êzîdîlerin de kimliklerini ve varlıklarını özgür ve demokratik ortamda sürdürebilecekleri bir güvence yoktur. Yalçın Akdoğan’ın, başkalarının söylemi, gelin teslim olun demektir. Bu, kırk yıldır yapılan çağrılardır, teslim olun çağrılarıdır.  Bu teslim ol çağrıları, eski politikanın sürdürülmesi anlamına gelir. Dün Çiller ve benzerleri bu tür şeyleri dillendirirken, şimdi Erdoğan ve Yalçın Akdoğan gibileri dillendirmektedir. Kürt halkının özgürlük güçlerinin bu tür çağrıları kabul etmesi mümkün değildir.

Türkiye demokratikleşip Kürt sorunu çözüldüğünde tabii ki gerillanın pozisyonu değişir. Ancak bunun Türkiye'de ortamı oluşmamıştır. Hala Kürtlerin varlık-yokluk sorunu söz konusudur. Kaldı ki daha dün Amed’te Kürt halkına neler yapıldığı ortadadır. Sokak ortasında Kürt yurtseverler katledilmiştir. Bu tür durumların olmayacağının garantisi nerededir? Türkiye'de uyuyan IŞİD hücrelerinden söz edilmektedir. Bu açıdan Kürtler kendi varlıklarını kimsenin insafına bırakamazlar. Kürtler kendilerini ancak gerçek anlamda demokratikleşmiş bir sistemde güvencede görebilirler. Çünkü demokratikleşmenin olduğu yerde inkarcılık olmaz, şovenizm olmaz, başka halkları ve kimlikleri yok etme düşünülmez. Demokratikleşmenin olduğu bir yerde herkesi kendi kimliği ve öz yönetimiyle kabul etme, hatta kendi meşru savunmasını kabul etme vardır. Böyle bir demokratikleşme gerçeği olmadan gerillanın silahlı mücadele yöntemlerini bırakacağı gibi yaklaşımlar kesinlikle boş sözlerdir. Bu tür söylemlerle kendi yüzlerini gizliyorlar. Çözüm politikaları yok, adım atmıyorlar, bu tür şeyler konuşuyorlar. Sen hele Kürt sorununu çöz, adım at, Kürtlerin haklarını tanı, kendilik olarak kabul et, anayasa ve yasalarda varlığını güvenceye al! Özgür ve demokratik yaşamını güvenceye al! Dilini ve kültürünü güvenceye al! Bunları yapmıyor, aksine Kürtler üzerinde baskıyı ve otoriteyi daha fazla arttırmak istiyor. Bu ortamda gerillanın silahını gündeme getirmek, özel savaş söylemidir. Kürt halkına karşı psikolojik savaş yürütmektir.

Bu tür gündemler ortaya atmanın amacı, Kürt sorunu sanki bu nedenle çözülmüyormuş gibi bir algı yaratmak içindir. Bunlar algı yaratma operasyonlarıdır. Hiç kimsenin bunları ciddiye almaması gerekir. Herkesin sen Kürt sorununun çözümünde adım at, demokratikleş demesi gerekiyor. Senin görevin bu, sen bu adımları atıyor musun, atmıyor musun denilmelidir. Kürt sorununu yaratan Türk devletinin politikalarıdır. Bu sorunlu alanları ortadan kaldıracak mısın, kaldırmayacak mısın? Bunların sorulması gerekiyor. Hiç kimse bize silah bırak dayatmasında bulunamaz. Bunları, Kürtleri yok etmek isteyen yüz yıllık kültürel soykırımcı zihniyetin devamı ve bir teslimiyet çağrısı olarak görürüz. Kürt halkının da kesinlikle teslim olması, inkar ve imha siyasetini kabul etmesi mümkün değildir. Buna zihniyet ve politikalara karşı gerekiyorsa kırk yıl daha, yüz yıl daha mücadele yürütülür. Ya özgür yaşam, ya özgür yaşam ilkesi vardır. Her gün, her saat varlığını yok eden kültürel soykırımcı düzen altında yaşamaktansa, özgürlük mücadelesinde yaşamını yitirmek kadar onurlu bir şey yoktur. İşte şehitlerimiz ortadadır, şehitlik gerçeği ortadır. Her gün on civarında arkadaşımız, yoldaşımız şehit düşmektedir. Gerçeklik budur. Kürt’ün yaşam ve mücadele felsefesi budur. Kürt sorunu çözülmeden, Kürtler özgür ve demokratik yaşama kavuşmadan bu şehitlerin mücadele anlayışı ve felsefesini kimse bırakamaz. Hatta bu şehitler ordusunun arkasında tüm Kürt halkı yürür, tüm Kürt gençleri yürür. Bütün Kürt gençleri bu şehitler ordusunun arkasında yürümeye hazırdır. Yalçın Akdoğan bunları bilmeli, başkaları bunları bilmeli. Hayal görmemeliler. Amiyane deyimle aç tavuk rüyasında kendisini darı ambarında görürmüş. Yalçın Akdoğan’ın durumu da bu aç tavuk konumundadır.

AKP hala çözüm sürecinin sürdürülmesinden söz ediyor. 13 yıl boyunca tek başına iktidarda olan AKP Kürt sorununun çözümü için bir adım atmazken yeni dönemde bunu öne sürmesi ne kadar samimi?

AKP'nin samimi olmadığı netleşmiştir. Bugüne kadar AKP'yi yürüten, bugünlere getiren Tayyip Erdoğan’dır. Bugün de hala onun çizgisi ve politikası AKP'de hakimdir. Açıkça 5 Mart’ta “Kürt sorunu da yoktur, çözüm süreci de yoktur, muhatap da yoktur, masa da yoktur, her şey de yoktur” diyerek zihniyetini ortaya koymuştur. AKP hiçbir zaman çözüm sürecine girmedi ki! Önder Apo ve Hareketimiz AKP'yi çözüm sürecine sokmak istedi. Çözüm süreci değil de, bir arkadaşın deyimiyle AKP'yi çözüm sürecine sokma süreci söz konusuydu. Ama tam çözüm sürecine soktuk derken Erdoğan “kabul etmiyoruz, çözüm sürecine girmiyoruz, müzakere yapamayız” dedi. “Bunlar terör örgütünü ve liderini meşrulaştırmaktır” dedi. Anlayış budur! AKP'nin bir çözüm politikası yoktur. Şu anda da çözüm süreci derken toplumu aldatmaktadır. Güya Kürt halkını yine aldatmayı düşünmektedir.

AKP çözüm süreci olmadığını seçimden iki ay önce ortaya koymadı mı? Eğer bu seçimde tek başına iktidar olsaydı bugünkü gibi çözüm sürecinden filan bahsetmeyecekti. Yeniden aldatma, kandırma gibi bir yaklaşım içine girmeyecekti. Çünkü artık aldatmayı ve kandırmayı da Kürt Özgürlük Hareketi kabul etmeyecekti; bunu Erdoğan iyi görmüştü. Eğer Erdoğan tutum koymasaydı Dolmabahçe’den geriye dönüş olabilir miydi? Artık müzakerenin başlatılması gerekirdi. Ancak bir çözüm politikaları olmadığını açıkça ortaya koydular. Kürt sorununda çözüm politikası değil de bir özel savaş yürüten AKP seçimde tek başına iktidar olsaydı Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı saldırı başlatacaktı. 2009 14 Nisan’ında olduğu gibi yine siyasi soykırım operasyonları yapıp binlerce Kürt siyasetçisini zindana atacaktı. Bütün listeler hazırlanmıştı. Kimleri nasıl alacaklar hepsi tespit edilmişti. Seçimden önce “HDP’ye neden bu kadar karalama kampanyası yürüttü, niye meşru bir parti değildir” dedi? “PKK'nin uzantısıdır, terör örgütüne bağlıdır” dedi. Bunların hepsi, seçimden sonra yapacağı saldırılara meşruiyet kazandırmak içindi. Bu bakımdan şu anda çözüm sürecinden bahsetmesi tamamen bir aldatmadır; bir psikolojik savaş, bir özel savaş argümanıdır. 13 yıldır niye tek bir adım atmadın? Belirli kırıntılar, göz boyama dışında sorunun özüne niye dokunmadın? Kürtlerin varlığını ve özgür yaşamını Anayasal ve yasal güvenceye niye almadın? Kendi kendini yönetmesi ve anadilde eğitim konusunda niye adım atmadınız diye sorarlar. Zaten AKP’lilerin dedikleri şudur; biz yapacağımızı yapmışız, biraz rötuşlar kalmıştır. Yani inkar ve imha siyasetini, kültürel soykırımı yeni koşullarda sürdürme politikamız vardır, demektedirler. Sanki geçmiş dönemde AKP'nin bir Kürt sorununu çözme politikası vardı gibi bir düşünceye kapılmamak lazım. AKP açısından çözüm süreci yoktu. Önderliğimiz 1993’ten beri Türk devletini böyle bir sürecin içine sokmak istiyor. Çatışmasızlıklar, ateşkesler bunun için yapılıyor. Toplum hazırlanmaya çalışılıyor, Türkiye siyaseti hazırlanmaya çalışılıyor, devlet hazırlanmaya çalışılıyor. Bu da bir siyasal mücadeledir. Sonuç almış mıdır? Almıştır tabii.

Türkiye toplumu, Türkiye siyaseti, hatta Türkiye devleti belli düzeyde Kürt sorununun çözümüne yatkın hale gelmiştir. Hala tabii devletin bir siyasi iradesi yoktur, ama zemin eskisi gibi katı değildir. Bu, Önder Apo'nun ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin politikası sonucu ortaya çıkmıştır. Ama bu gerçeklik AKP'yi Kürt sorununda bir çözüm politikası uygulamaya yetmemiştir. Türkiye toplumu çözüm istediği için, mücadelemiz AKP'yi zorladığı için çözüm sürecinden söz ederek çözümsüzlüğün üstünü örtmek istemiştir. Kendi gerçeğini böylece gizlemeye çalışmıştır. Beklenti yaratarak, zaman kazanarak oyalamak, fırsatını bulduğunda da tasfiye etmeyi hedeflemiştir. Nitekim Erdoğan’ın tutumu, AKP'nin şimdiye kadarki politikasının bu olduğunu gözler önüne sermiştir. Bu gerçek ortadayken sanki AKP çözüm isteyen bir partiymiş, AKP açısından bir çözüm süreci varmış gibi bir yanılgıya düşmemek lazım. Sadece ve sadece Önder Apo'nun, Özgürlük Hareketimizin hükümetleri bir çözüm sürecine sokma mücadelesi olmuştur. Önder Apo ve Hareketimizin Kürt sorununu demokratikleşme temelinde çözme mücadelesi vardır. Bunun için yarattığı zemin vardır. Eğer bir çözüm sürecinden söz edilecekse toplumda ve siyasette yaratılan bu zemin, ortaya çıkan bu durumu bir çözüm süreci olarak, çözüm zemini olarak görmek lazım. Yoksa AKP açısından bir özel savaş söz konusudur. Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı bugüne kadar özel savaş yürütmüştür, psikolojik savaş yürütmüştür. Özel savaşla, psikolojik savaşla Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edip Kürt sorununun çözümünü gündemden düşürmek istemiştir. Bu kadar mücadeleden sonra hala Kürt sorunu yoktur demesi bunun kanıtıdır. Bu açıdan AKP'nin çözüm sürecinden bahsetmesi samimi değildir, ama Kürt halkı, Türkiye'nin demokrasi güçleri çözüm istiyor. Bu bakımdan AKP'yi de, CHP’yi de çözüme zorlamaktadır.

Zaten CHP içinde belli bir demokratik eğilim bulunmaktadır. Bu demokratik eğilim tutarlı olursa HDP ile birlikte AKP'yi de, bir bütün olarak devleti de çözüme hazırlama konusunda rol oynayabilir. AKP'nin bir çözüm politikası yoktur, ama başta HDP olmak üzere HDP etrafında toplanan demokrasi güçleri AKP'yi böyle bir şeye zorlayabilir. Mücadele ederek devleti, AKP'yi ya da diğer partileri böyle bir sürecin içine çekebilir. Gerçekliği böyle görmek lazım. Yoksa kendiliğinden sanki AKP'nin bir çözüm politikası varmış demek, AKP'nin bugünkü söylemlerine aldanmak, geçmiş 13 yıllık AKP politikasından hiçbir şey anlamamaktır; AKP'nin özel savaş politikasını görmemektir. Bu açıdan biz, bazı AKP’lilerin zamana zaman çözüm sürecinden söz etmelerini samimi görmüyoruz. Eski özel savaş politikasının sürdürülmesi olarak ele alıyoruz. Dolayısıyla bu kişilerin bir çözüm süreci var, AKP çözüm sürecini devam ettirecek, diğer partilerin bir çözüm süreci yaklaşımı yok söylemleri tamamen demagoji, toplumu aldatmaya ve kendi gerçeklerini gizlemeye yöneliktir.

Şunun altını çizmeliyiz ki, çözüm süreci ancak demokrasi güçlerinin mücadelesiyle ortaya çıkarılabilir, gerçekleşebilir. Yoksa ortada bir çözüm süreci vardır demek doğru değildir. Daha doğrusu eski yol ve yöntemlerle bir çözüm sürecinden söz edilemez. AKP hala çözüm sürecinden söz ederken eskiye devam edelim, çözmeyen, oyalayan, zaman kazanan politikayı yürütelim demek istiyor. Bu, çözüm sürecine girmemektir, ortaya çıkan demokratikleşme ve çözüm imkanlarını çürütmektir, yok etmektir. Bu açıdan AKP'nin politikaları samimi olmadığı gibi maskesi düşürülmüştür. Gelinen aşamada mücadele ederek, demokrasi güçlerinin örgütlü gücüyle, mücadelesiyle ortaya çıkacak ve sonuca gidecek bir çözüm sürecinden söz edilebilir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile İmralı heyeti arasında 5 Nisan’dan bu yana görüşme gerçekleşmedi. Ve o günden beri de bir tecrit var. Diğer tutsakların aileleri ile de görüşme yaptırılmıyor. Peki devlet heyetiyle bir görüşme var mı? Bu konuda size ulaşan bir bilgi söz konusu mu?

Önder Apo üzerinde bir tecrit uygulanmaktadır. Tecrit uygulanmasının nedeni, Önder Apo'nun 28 Şubat’ta ortaya konulan deklarasyonda ısrar etmesi, müzakereye başlanmasını istemesidir. Müzakere dışında, çözüm dışında artık görüşme ve konuşmayı Önder Apo anlamlı bulmuyor, kabul etmiyor. Eski durumun sürdürülmesinin artık bir geriye düşme, geriye çekme ve tekrar etme anlamına geldiğini söylüyor. Bu tutumu nedeniyle Önder Apo’yla görüşmeler yaptırılmıyor. Seçim öncesi bazı yalakalar, HDP’nin barajı aşması, parti amblemiyle seçime girmesini Önder Apo'ya karşı yürütülen bir plan olarak değerlendiriyorlardı. Bunlar AKP sözcüleri ya da yandaşlarıydı. Peki, o zaman siz niye seçimden önce görüştürmediniz derler. Niye seçimden önce görüştürerek varsa böyle bir yaklaşım deşifre etmediniz? Bunların demagoji ve bir özel savaş biçimi olduğu açığa çıkmıştır. Aksine şu anda AKP Hükümeti en fazla Önder Apo'ya öfkelidir. Çünkü HDP’nin parti amblemiyle seçime girmesini isteyen, dayatan Önder Apo olmuştur. Hatta Önder Apo baraj aşılır yüzde 15 civarında oy alınırsa, ben HDP içindeki ve PKK içindeki inançsızların yakasına yapışacağım demiştir. HDP’nin halkların kardeşliğine dayalı demokratik ulus projesi zihniyet ve teorik olarak Kürt Halk Önderine aittir, Önder Apo'ya aittir. Bu nedenle öfkelidirler, tecrit uyguluyorlar. Bu gerçeğin görülmesi lazım. En başta da Erdoğan Önder Apo'ya öfkelidir. Erdoğan’ın otoriter yaklaşımını, hegemon yaklaşımını bozmuştur. Daha önce de defalarca görüşme notunda AKP ve Erdoğan bize yeni bir hegemonik sistem dayatamaz; yeni bir hegemonik sistem dayatmasını kabul etmeyiz, demiştir. Erdoğan’ın hegemonya peşinde koştuğunu, otorite peşinde koştuğunu, bunun da Kürt Özgürlük Hareketi tarafından kabul edilmeyeceğini söylemiştir.

Erdoğan’ın hegemonik otoriter tutumuna ilk tavır koyan ve kabul etmeyeceğini söyleyen Önder Apo’dur. Önder Apo iki-üç yıldır Erdoğan hegemonya peşinde koşuyor, böyle olamaz, bu temelde ne demokratikleşme olur, ne de Kürt sorunu çözümü olur diye açıkça görüşlerini ortaya koymuştur. Bunun da herkes tarafından bilinmesi gerekiyor. Zaten tecrit bunun için uygulanmıştır, uygulanmaktadır. Tayyip Erdoğan’ı eleştirdiği için, AKP'nin politikalarını deşifre ettiği için Önder Apo'ya AKP tarafından, Erdoğan tarafından büyük bir öfke duyulmaktadır.

Önder Apo'nun düşüncelerinin topluma ulaşmaması için tecrit uygulanıyor. Onlar da biliyor ki Önder Apo Türkiye'nin demokratikleşmesini istiyor. Bütün düşüncesi, projesi, tutumları hep buna yöneliktir; Türkiye'nin demokratikleşmesine yöneliktir. Önder Apo'nun Türkiye'nin demokratikleşmesi dışında düşündüğü bir şey yoktur. Bu nedenle kendine demokrat kendine Müslüman AKP sürekli bir tecrit uygulamaktadır, Önder Apo üzerinde bir özel savaş uygulanmaktadır, Önder Apo'ya bir rehine muamelesi yapmaktadır.

Şu anda devlet heyetiyle görüşme var mı, yok mu bunu bilmiyoruz. Bazı duyumlar var, güya gitmiş, görüşmüşler. Ama ne görüştüklerini bilmiyoruz. Bunun da bir psikolojik savaş olarak söylendiğini düşünüyoruz. Öyle çözüm için, demokratikleşme için bir görüşme yoktur, olmamıştır. Orada bir siyasi mücadele sürüyor, bir psikolojik savaş sürüyor. Önder Apo'ya karşı yürütülen bir psikolojik savaş var. Bunu Önder Apo da biliyor, biz de biliyoruz. Avukatları niye görüştürülmez? Ailesi niye görüştürülmez? Çözüm süreciyse niye heyet görüştürülmez? Şu açıktır, eğer görüşme periyodik olmuyorsa, Hükümet istediği zaman keyfi olarak engelliyorsa orada bir çözüm sürecinden söz edilemez. Zaten Önder Apo ve Hareketimizin demokratik siyasal çözüm yaklaşımı dışında Hükümet açısından bir çözüm süreci hiç olmamıştır. Üç aya yakındır görüşme yaptırılmıyorsa, bu görüşme yaptırmayanlar hangi çözüm zihniyeti veyahut da sürecinden söz edebilir? Çözüm süreci düşünen, çözümü düşünen baş müzakereciye böyle mi yaklaşır? Dünyada baş müzakereciye böyle yaklaşıldığı görülmüş müdür? Böyle bir durumda çözüm sürecinden söz edilebilir mi?

Bir çözüm süreci olacaksa bunun merkezinde Önder Apo ve Özgürlük Hareketimiz vardır. Özgürlük Hareketi olarak mücadele eden biziz, mücadele imkanları, potansiyeli olan biziz ve biz de Önder Apo'yu baş müzakereci ilan etmişiz. Önder Apo'ya gösterilen yaklaşımları tabii ki biz de değerlendiriyoruz, değerlendireceğiz. Herhalde çocuk değiliz, enayi değiliz; Önderliğe yaklaşımların ne anlama geldiğini biliyoruz. Türk devleti de bilmeli, AKP Hükümeti de bilmeli, kamuoyu da bilmeli; eğer bazen yumuşak yaklaşımlar gösteriyorsak, makul yaklaşımlar gösteriyorsak, bu hep Türkiye halklarının çıkarını ve Türkiye'nin demokratikleşmesini düşündüğümüz için, Türkiye halklarına karşı duyduğumuz sorumluluğun gereği olduğu için, Türkiye siyasetini, toplumunu demokratikleşmeye yatkın hale getirme çabasında olduğumuz içindir. Bu nedenle sorumlu yaklaşımlar gösteriyoruz. Duygusal yaklaşsak, mevcut politikalara tepki göstersek bir gün bile çatışmasızlık ve ateşkes sürmez, her gün şiddetli savaş olur. Tabii ki mücadele edeceğiz, teslim olmamız mümkün değil, ama Türkiye devletine, siyasetine ve toplumuna çözüm adımı attırmak için en makul yaklaşımları göstereceğiz. Demokratikleşme içinde çözüm için adım attırılmasını sağlayacağız. Biz sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz. Ama Türk devleti, AKP Hükümeti, diğer siyasi partiler sorumluluklarını yerine getiriyor mu denilirse getirmiyor. Her şey bizden bekleniyor, hatta teslim olmamız bekleniyor. Bu açıdan Önder Apo'ya yaklaşım da bir teslimiyet dayatmadır, çözümsüzlüğü dayatmadır. Tecrit başka anlama gelmemektedir.

Şunu vurgulamalıyız ki bu makul yaklaşımlarımızın da bir sınırı vardır. Eğer buna bir cevap verilmiyorsa bu tür tutumları sürdürmemizin Türkiye halklarına da, Türkiye'ye de yararı olmaz. Demokratikleşme ve çözüm zeminini çürütmek anlamına gelir. Bunu da kabul etmeyeceğimiz, bu politikalara dur diyeceğimiz açıktır.

Türk Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Silah bırakma yoksa İmralı’ya gidişin gereği de yoktur” dedi. Heyetin İmralı’ya gidiş talebine de şimdiye kadar bir yanıt verilmedi. Bu da gösteriyor ki tecrit devam edecek. Şayet tecridin sürmesi durumunda tutumunuz ne olacak?

Şu açıktır, biz zaten tutumumuzu ortaya koyduk, artık Kürt sorununun çözümüne ya da çözüm süreci denilen sürece eskisi gibi yaklaşılamaz. Bu, bizim eskisi gibi olamaz sözümüze cevaptır. Artık Önder Apo özgür koşullarda müzakere yapmazsa zaten bir süreçten söz edilemez. Bir müzakere için İmralı’ya gidilmeyecekse zaten gidişin anlamı yoktur. Önder Apo'nun avukatlarıyla görüşme hakkı vardır, ailesiyle görüşme hakkı vardır. Ama buna bile engel olunuyor. HDP Heyeti başvurdu, niye gönderilmiyor? Bu bir müzakere heyetiyse niye gönderilmiyor. Müzakere yapılmak istenmiyor, teslim olun diyor. Teslim olmazsanız İmralı’ya gidiş yok diyor. İmralı’ya heyetin gidişini bir minnet olarak gösteriyor. Böyle bir şey olabilir mi? Teslim olursan sizi görüştürürüz, diyor. Bunu bırakalım Önder Apo, zindandaki bir genç PKK militanı bile kabul etmez. PKK'nin tarihi biliniyor, zindan tarihi de biliniyor, mücadele tarihi de biliniyor. Teslim olmazsanız İmralı’ya gidiş de olmaz; teslim olmazsanız aileyle ve avukatlarla görüştürmeyiz deniliyor. Bundan daha alçakça ve gerici bir yaklaşım olabilir mi? Bundan daha büyük Kürt düşmanı bir yaklaşım olabilir mi? Kürtlerin siyasi iradem dediği, baş müzakerecim dediği bir Önderliğe böyle yaklaşmak ne anlama gelir? Kürt düşmanlığı ve Kürt’e savaş anlamına gelir. Bu zihniyetin politikaları kabul edilmediği için tecridi de psikolojik savaşı da sürdüreceklerdir.  

Geçen gün bir çömez, bir yalaka da “silah bırakmazsa İmralı’ya gidiş olmaz” diyor. Hem de kraldan kralcı bir yalaka! Geçmişte de “Erdoğan’a despottur” diyen bir yalaka! Geçmişte Erdoğan için biraz doğru tespit yapmış, ama boyunduruğa koşulan öküze ot tutulması gibi imkan sunulunca, milletvekili yapılınca şimdi o da Ethem Sancak gibi Erdoğan’a aşık olmuş. Ya da Yiğit Bulut gibi tabancaları, her şeyi sırtlayarak Erdoğan’ın korumalığını yapmaya soyunmuş. Bu kadar seviyesiz bir kişilik de, kalitesiz bir adam da “silah bırakın yoksa İmralı’ya gidiş yoktur” diyor. Bu zaten senin karakterini ortaya koyuyor. Senin kaç ayar adam olduğunu ortaya koyuyor. Ahmet Davutoğlu da bir siyasetçi gibi değil, bir serseri lümpen adam gibi konuşuyor. İşte AKP kumaşının Kürt sorununa yaklaşımı budur. Bu tür adamlar Türkiye'nin sorumluluğunu taşıyabilir mi? Zaten Türkiye'nin sorunu bunlardır.   

Tabii ki bizler de, Kürt halkı da İmralı’da Önder Apo'nun ailesiyle, avukatlarıyla, heyetlerle görüşmesini istiyoruz. Ama bir görüşmeyi böyle şantaj aracı olarak kullanmak kadar çirkin, ahlaksızca bir yaklaşım olamaz. Bu gösteriyor ki tecrit sürecek. Önder Apo da, Hareketimiz de böyle silahlı mücadeleyi bırakma gibi şeyleri tartışmaz; konuşmaz bile. Kürt sorunu çözülmeden, Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamı güvenceye alınmadan hiç kimse bu tür şeylerden söz edemez. Bunlar bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar. Bunu herkesin bilmesi ve herkesin ciddi olması gerekir. Her gün on şehit toprağa veriyoruz. Bu gençler ne için yaşamlarını ortaya koyuyorlar? On binlerce şehit var, ne için yaşamlarını ortaya koymuşlar? Hangi gerilla bu koşullarda silah bırakır? Bu koşullarda bırakalım silah bırakılması, gençlerin daha fazla gerillaya katılması sağlanır. Kaldı ki gençlerin daha fazla gerillaya katılması gerekir. Ortadoğu'da durum budur. Amed’te halka neler yapıldığı ortadadır. Bu durumda gerillanın on kat, yüz kat daha da büyütülmesi gerekiyor. Kürt gerçeği bunu gerektiriyor. Zaten gençler bunun için sürekli gerillaya akıyorlar. Türk devletinin politikası görülmüştür; AKP'nin özel savaş politikası görülmüştür. Bir çözüm politikası olmadığı görüldüğü için bugün gençler akın akın gerilla saflarına koşuyor; daha fazla da koşacaklardır. Bunun dışında Kürt toplumunun özgür ve demokratik yaşamını güvenceye alması mümkün değildir. Demokratikleşme gerçekleşmeden, Kürt sorununun çözümü sağlanmadan Davutoğlu’nun silah bırakmazlarsa şöyle olmaz, böyle olmaz yaklaşımları gayriciddidir, hiç kimse tarafından da ciddiye alınmaz. Bizim tarafımızdan ciddiye alınması söz konusu değildir, halkımız tarafından da ciddiye alınmaz. Bu gerçeğin her kes tarafından bilinmesi gerekir.

Zaten tecridin sürdürülmesi savaş anlamına gelir. Biz her zaman söyledik, Önderliğimize yaklaşım savaş ve barış gerekçesidir. Önderliğimize tecrit uygulanacak, rehine muamelesi yapılacak, her türlü psikolojik savaş yürütülecek, ama buna karşı da bizlerin sesiz olması beklenecek! En başta da gençlik buna tutum koyacak, on binlercesi dağlara çıkacaktır. Halk Önderliğine sahip çıkacaktır, gerilla Önderliğine sahip çıkacaktır. Hiç kimse Kürt gençlerine, gerillaya, halka Önderliğin bu durumunu normalleştiremez, kabul ettiremez. Önderliğin rehin durumunu hiçbir Kürt insanı kabul etmemiştir ve etmeyecektir. Bunu da herkesin bilmesi gerekir. Hareketimiz bir Önderlik Hareketidir; Önderliğimiz esaret altındadır, rehinedir. Dolayısıyla özgürleşmesi de bizim boynumuzun borcudur, halkımızın boyun borcudur, gençlerin boyun borcudur. Çünkü özgürlüğe aşık bir halk gerçeğini bu Önderlik yarattı, özgürlük militanı bir gençliği bu Önderlik yarattı, özgürlük ruhu ve tutkunu kadını bu Önderlik yarattı. Bu açıdan Önderlik üzerindeki bu tutum kabul edilmeyecektir; kabul edilmesi de mümkün değildir. Hiç kimse Önderliğin bu durumunu normalleştiremez, bizi bu duruma alıştıramaz.

Türkiye’nin Rojava’ya müdahalesi tartışmaları yapılıyordu. Ancak 7 Haziran seçimlerinden sonra bu tartışmaya bir nokta konuldu.  Sizce hala böyle bir olasılık söz konusu mu?

Doğrudur, eğer AKP Hükümeti tek başına Hükümet kursaydı Rojava’ya yönelik bir saldırı planı bulunuyordu. Böyle bir saldırı planını Suudi Arabistan ve Katar da destekleyecekti. Özellikle de Afrin Kantonu da hedeflenecekti. Hatta Kobanê’ye yeniden saldırma ihtimalleri de vardı. Ama 7 Haziran seçimleri aynı zamanda AKP'nin dış politikasında başarısızlığının ilanıdır. 7 Haziran’da AKP'nin dış politikası yenilgiye uğramıştır; dış politikanın başarısızlığı tescil edilmiştir. Zaten 7 Haziran’da AKP'ye gösterilen tepkilerden biri de dış politikasına yöneliktir. Bu açıdan da seçim öncesi yapılan planlama durdurulmuştur. Ancak hala tümden vazgeçilmiş midir belli değildir. Özellikle Erdoğan’ın Bayakl’la görüşmesi CHP’yi ya da diğer partileri böyle bir plana katmak içindir. Baykal’a içeride ve dışarıda Türkiye'yi hangi tehlikelerin beklediğini söyleyen, böyle iç ve dış tehlikeleri Baykal’a da kabul ettirerek CHP’yi de ya da diğer partileri de bu politikasının kuyruğuna sokmak istiyordu. Daha doğrusu Erdoğan-Baykal görüşmesinin bir boyutu da buydu. Anlaşılıyor ki Erdoğan hala başarısızlığa uğrayan, başarısızlığı netleşen Suriye başta olmak üzere Ortadoğu politikasından vazgeçmiş değildir. Eğer yeni bir Hükümet kurar da ortaklarına kabul ettirirse bu yönlü saldırıları yine gündeme koyacaktır.

Türk devleti demokratikleşmediği, Kürt sorununu çözmediği müddetçe Kürt karşıtı politikalarını sürdürecektir. Zaten Ortadoğu politikalarını Kürt karşıtlığı üzerine kurmuştur. Kürt karşıtlığı olmasaydı Rojava Devrimini gerçekten tanırdı, Rojava Devrimiyle demokratik ilişkiler kurardı, bu temelde Ortadoğu'nun ve Suriye’nin demokratikleşmesinde rol oynayan bir politika sahibi olurdu. Türkiye Ortadoğu'nun demokratikleşmesinde rol oynayan bir politika sahibi olma yerine, kendi zihniyetinde olan bazı güçleri Suriye’de iktidar yaparak Ortadoğu politikasında etkili olmak istemiştir. Ama bu politika çökmüştür. Zaten Kürt düşmanlığını bırakmadığı müddetçe Ortadoğu'da sağlıklı bir politika yürütmesi ve yanlışlıkları bırakması mümkün değildir. Girê Sipî’de YPG ve YPJ’nin IŞİD’e karşı yürüttüğü harekâta gösterilen tepki bunu ortaya koymaktadır.

YPG/YPJ Rojava’da çok önemli mevziler elde etti. Şu anda Gırê Sıpî (Til Abyad) YPG’nin eline geçmiş durumda, Rojava’daki bu başarılar neden Türkiye'yi bu kadar öfkelendiriyor?

Kuşkusuz Rojava Devrimi çok önemli mevziler kazandı. Belki Türkiye basınına, dünya basınına yetersiz yansıdı; ama öncesi de en az Til Ebyad zaferi kadar büyük başarılar elde edildi, mevziler kazanıldı. YPG ve YPJ’nin Til Hemis’tan IŞİD’i söküp atması, yine IŞİD için çok stratejik olan Abdulaziz (Kızvan) dağlarının YPG’nin denetimine girmesi çok önemli askeri ve siyasi hamlelerdi. Bunlar aslında IŞİD’in belini kıran hamlelerdi. IŞİD’e Til Hemis’te ve Abdulaziz dağında çok ağır darbeler vuruldu. Abdulaziz’in ele geçirilmesi, aslında IŞİD’in Suriye’deki hakimiyetine vurulmuş en büyük darbeydi. Böyle görmek gerekiyor. Bu temelde Girê Sipî zaferi ortaya çıktı. Abdulaziz’in ele geçirilmesi zaferi, yine 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin başarısının getirdiği moral üstünlük Rojava Devrimcilerinin Girê Sipî’nin üzerine yürümesi ve orayı özgürleştirmesiyle sonuçlandı. YPG ve YPJ’nin üstün moral gücü ve vuruş gücü karşısında IŞİD dayanamadı. Zaten şimdiye kadar IŞİD her yerde Irak ordusuna karşı, Suriye ordusuna karşı, diğer örgütlere karşı başarı elde ederken, sadece ve sadece Rojava Devrimcileri ve HPG ve YJA Star gerillaları karşısında yenilgiye uğramıştır. Gerillanın fedai gücü IŞİD’in saldırganlığını kırmıştır; IŞİD’in iradesini kırmıştır.

Gerilla tabii ki kırk yıllık savaş tecrübesi olan fedai bir güçtür. Gerillada savaş bir kültür haline gelmiştir, savaşma bir kültür haline gelmiştir. Bu açıdan da şuradan, buradan, sağdan soldan toplanarak savaşa sürüklenen IŞİD çetelerinin savaşı bir kültür haline getirmiş fedai olan gerilla karşısında dayanması mümkün değildir. Kaldı ki Rojava halkı da kırk yıldır savaşın içindedir. Her evde en az bir şehit vardır; savaş kültürü içinde büyümüştür. Bu açıdan toplum olarak da bir savaş kültürü vardır. Bütün bunlar birleşince IŞİD’in Rojava Devrimine karşı saldırıları        boşa çıkmış, püskürtülmüş ve bulundukları yerlerden sökülüp atılmıştır.

Türkiye en büyük ortağını kaybediyor. IŞİD Ortadoğu'da Türkiye'nin en büyük ortağıydı. IŞİD üzerinden Suriye siyaseti, Ortadoğu siyaseti yürütüyordu. IŞİD’i bir siyasi enstrüman olarak, siyasi kart olarak kullanıyordu. Büyük devletler, ya da başka güçler çeşitli güçleri siyasi kart olarak, maşa olarak kullanıyorsa Türkiye de kullanmalıydı. Türkiye şunu düşünüyordu, ben de artık büyük devletim, ben de böyle bazılarını maşa olarak kullanabilirim, işbirlikçi olarak kullanabilirim! Böyle düşünerek bu tür işlerin içine girdi. Ama boyunu aşan işlerin içine girdi, kirli işler içine girdi. Şu anda da gerçekten bu kirli bataklığın içinden nasıl çıkacak bunun hesabı içindedir.

Til Abyad-Akçakale IŞİD’in lojistik merkeziydi. Silahı buradan gidiyor, yiyeceği buradan gidiyor, cephanesi buradan gidiyor, her şeyi buradan gidiyordu. Elbisesi buradan gidiyor, petrolünü buradan satıyor, gelirini buradan alıyordu. Türkiye de bu ilişkiden hem para kazanıyor, hem de siyasi enstrüman olarak kullanıyordu. Bu açıdan Akçakale sınırı IŞİD’in yolgeçen hanına dönmüştü, IŞİD’in geri cephesi haline gelmişti. Bunu dünya da biliyordu. Bu nedenle zaten uluslararası güçlerle sorun yaşadı. ABD de, Avrupa da, dünya da Türkiye'nin IŞİD’i, El Nusra’yı, Ahrar El Şam’ı nasıl desteklediğini  çok iyi biliyor. Hem IŞİD’i destekliyor, hem El Nusra’yı destekliyor. Böylelikle Suriye’deki bütün silahlı çeteleri kontrol altında tutarak siyasi bir koz olarak kullanmak istiyordu. Bu nedenle IŞİD darbe yedikçe ah vah sesleri Ankara’dan geliyor. IŞİD’in gerilemesine en fazla üzülen Türk devletidir. Sanki kendisine karşı savaşılıyor. Bu düzeyde IŞİD’i bir sahiplenme, IŞİD’e karşı saldırılara tepki gösterme durumu yaşamaktadır. Şu anda Akçakale ve çevresini, hatta Ceylanpınar’ı da IŞİD karargahı haline getirmiştir. Buralarda IŞİD militanı ve sempatizanları da devşirilmektedir. Türkiye bundan rahatsız değildir. AKP kendisini ve Türkiye'yi bir batağa sürüklemiştir. Gerçek budur.

Daha önce Serêkanîyê’de El Nusra’yı destekledi, Güya Serêkanîyê’yi ele geçirecekti. Kobanê’yi düşürecekti, orayı Araplaştıracaktı. Türk devleti IŞİD ve diğer silahlı çetelerle ilişkisinde Rojava’yı Araplaştırmayı da hedefliyordu. Serêkanîyê’de de, Girê Sipî’de de eskiden Kürtler vardı. Onların hepsi IŞİD gelince sürülmüştü. Kobanê de düşürülecekti. “Zaten Ayn El Arap’tır”, yani “Araplara aittir” diyordu. Böyle bir hesapla da IŞİD’i destekledi, ama sonuçta bütün hesapları boşa çıkarıldı. Bu açıdan öfkelidir. Şimdi Cerablus tarafında IŞİD’i destekliyor, yine o tarafta El Nusra’yı destekliyor. Öyle ki savaşan iki tarafla da ilişki içindedir. Güya IŞİD’le Fetih ordusu ya da diğer güçler savaşıyorlar. Bu her iki güç de Türk devletiyle ilişkilidir. Bazen birine, bazen diğerine desteğini arttırıyor. Böyle çok çirkin bir politika izliyor. Bunun da herkes tarafından kabul edilmesini istiyor. Bu bir dayatmadır, şantajdır. Türk devleti bir şantajcı devlet haline gelmiştir. Öyle ki, Kobanê Direnişi döneminde, “eğer IŞİD’i yenmek istiyorsanız Kobanê’ye, Kürtlere sahip çıkmayın, gelin benimle anlaşın, o zaman birlikte IŞİD’e karşı tutum alırız” gibi adi bir şantajcı duruma da düştü. Bugün eğer Türk devleti bazı konularda müttefikleriyle karşı karşıya geldiyse bundan geldi. Sadece kendini düşünen bir politika izlediği için bu noktaya geldi.

 Esas olarak Kürt düşmanlığı Türk devletini bu çıkmazın içine soktu. Herkes Türkiye kadar Kürt düşmanı olamaz ki! Evet, PKK karşıtı oldular, Kürt karşıtı oldular, ABD de oldu, Avrupa da oldu. Ama yine de bu güçlere Türk devleti düzeyinde Kürt karşıtlığı yaptırmak mümkün değildir. Türk devleti istiyor ki herkes kendisi gibi tam Kürt karşıtı olsun. Böyle de olunca politikaları başka siyasi güçlerle örtüşmüyor; bazen de çatışıyor. Bu nedenle Kürtlere ve Rojava Devrimine çok öfkelidir. Rojava Devrimi onun gerçek yüzünü, gerçek politikasını açığa çıkarıyor. Rojava Devrimi nedeniyle AKP herkesle karşı karşıya geldi. Daha doğrusu AKP'nin yüzündeki maskeyi düşürdü. Bu nedenle Rojava Devrimine bu kadar düşmanlık yapıyor, YPG’ye ve YPJ’ye düşmanlık yapıyor.

Bu bir AKP düşmanlığıdır yoksa Türkiye'nin düşmanlığı değildir. Türk devleti ve Türkiye toplumu Rojava’yla anlaşarak Ortadoğu'da demokratik temelde daha etkin hale gelebilir. Ortadoğu politikasında açılımlar yapabilir, daha etkili olabilir. Ama şimdi Türkiye hiçbir dönemde olmadığı kadar Ortadoğu politikasında çıkmaza girmiştir. Bunu artık herkes dillendirmektedir.

 

Til Abyad’ın YPG ve YPJ’nin denetimine geçmesi Suriye’nin geleceği için ne ifade ediyor?

Girê Sipî zaferi tabii ki Suriye’nin geleceğini etkileyecektir. Rojava Devrimi demokratik Suriye’nin temeli olacaktır. Artık Rojava Devrimini dikkate almadan yeni Suriye’yi kurmak mümkün değildir. Rojava Devrimi dikkate alındığında Suriye demokratik temelde şekillenmek zorundadır. Rojava Devriminin etkili olduğu bir Suriye demokratik olmak zorundadır. Bu açıdan Rojava Devriminin güçlenmesi, yine Arap halkıyla ilişkilerini güçlendirmesi önemlidir. Şu anda Rojava kantonlarında önemli bir Arap nüfusu yaşamaktadır. Cezire kantonunda önemli düzeyde Arap nüfusu yaşamaktadır. Kürt-Arap ilişkisinin bu düzeyde gelişmesi, ileride Kürt-Arap ilişkisine dayalı demokratik Suriye’nin oluşmasına güç verecektir. Ya da Rojava Devrimindeki Kürt-Arap ilişkisi demokratik Suriye’nin ortaya çıkmasında, gelişmesinde önemli bir zemin olacaktır. Girê Sipî’nin ele geçirilmesi bu zemini güçlendirmiştir. Girê Sipî zaferiyle Rojava Devriminin güçlenmesi Suriye’nin hem askeri hem de siyasi alandaki gelişmelerinde etkili olacaktır. Bu çerçevede Girê Sipî’nin alınmasıyla kantonların birleşmesi, demokratik ulus temelinde gelişen Rojava Devriminin güçlenmesi Suriye’nin geleceğini belirleyecek önemli bir adım olmuştur.

Artık hiç kimsenin oluşacak yeni Suriye’de Rojava Devrimini dışlaması mümkün değildir.  Zaten Suriye artık bir gücün hakimiyetinde olan bir ülke haline gelemez. Ne siyasal İslamcıların hakim olduğu bir ülke olabilir, ne Baas rejiminin hakim olduğu bir ülke olabilir, ne de başka bir siyasi gücün. Artık bütün etnik ve dinsel toplulukların, toplumsal kesimlerin ve tüm farklı siyasi güçlerin uzlaşı temelinde demokratik ulus zihniyetiyle demokratik bir Suriye yaratması dışında başka bir çözüm seçeneği yoktur. Artık tek bir siyasi gücün, tek bir toplumsal gücün Suriye siyasetinde belirleyici olma durumu söz konusu olamaz. Böyle bir Suriye yaratılamaz. Ancak tüm farklı güçlerin, inançların, etnik ve dinsel toplulukların, sosyal kesimlerin içinde yer aldığı demokratik yeni bir Suriye kurulmak durumundadır.

İşte Rojava Devrimi bu karakteriyle yeni oluşacak Suriye’de çok önemli rol oynayabilir. Farklı etnik ve dinsel kimlikleri ya da tüm Suriye toplumunu içine alacak bir sistem anlayışı Rojava Devrimcilerinde vardır. Bu nedenle de oluşacak yeni Suriye’de bu zihniyetteki Rojava Devrimi gerçekten etkili olacaktır. Bu yönüyle demokratik Suriye’nin oluşmasında, yeni Suriye’nin oluşmasında önemli bir adım atılmıştır diyebiliriz. Hem Girê Sipî’nin ele geçirilmesi, hem Abdulaziz dağının gerillanın kontrolünde olması, Suriye’nin ortasından Türkiye'nin sınırına kadar çok geniş bir alanın Rojava Devrimcilerin kontrolünde olması anlamına geliyor. Bu tabii Suriye’deki askeri ve siyasi dengeleri demokratik Suriye isteyen güçlerin lehine çevirecektir. Siyasal İslamcılar da, mevcut Baas rejimi de giderek herkes bir diğerini kabul edecek yeni bir Suriye’de uzlaşmak zorunda kalacaktır. Artık böyle bir uzlaşma arayışına girmeden yeni bir Suriye yaratmak mümkün değildir. Bir siyasi anlayışın diğerlerin tümünü ezdiği, kendini hakim kıldığı bir Suriye artık düşünmek mümkün değildir. Ya demokratik Suriye’de uzlaşılacaktır ya da çatışmalar uzlaşmayla yaratılacak bir demokratik Suriye gerçekleşene kadar sürecektir. Bu açıdan uzlaşmaya dayalı, farklılıkların bir arada yaşamasına dayalı bir siyasi anlayışa sahip Rojava Devrimi ve bunun Girê Sipî ile yeni bir boyuta ulaştırılması Suriye’nin geleceği açısından çok önemli sonuçlar doğuracaktır.

 

Türkiye neden önceleri sınır kapısını kapattı; sonradan neden bu sefer de etnik temizlik yapılıyor diye bir propagandaya girişti?

Türk devleti ilk önce IŞİD’e canlı kalkan olması için Arap halkının sınırlarından Türkiye'ye geçmesini engelledi; IŞİD de engelledi. Arap halkı canlı kalkan yapılmak isteniyordu, ama sonunda uluslararası kamuoyunun oluşması sonucu Türkiye belli düzeyde Girê Sipîlileri Türkiye'ye almak zorunda kaldı. Zaten bir kısmı da YPG ve YPJ’nin, Rojava Devrimcilerinin çağrısı üzerine Cezîrê Kantonu’na, Qamışlo tarafına geçtiler. Bir kısmı geçici olarak Kobanê’ye gittiler. Böyle olunca Türkiye sınır kapısını açmak zorunda kaldı. IŞİD’in yenilme durumu açığa çıkınca Türkiye bu sefer Rojava Devrimi aleyhinde karalama kampanyası yapmaya, Rojava Devriminin başarılarını gölgelemeye, meşruiyetini sorgulamayı ifade eden bir kara propagandaya girişti.

Aslında Rojava Devriminin dünyada, Ortadoğu'da yarattığı etkiyi böylelikle kırmak, Rojava Devriminin demokratik ulus zihniyetinden kaynaklanan farklı etnik ve dinsel toplulukları bir arada tutan ideolojik ve politik yaklaşımının yarattığı moral üstünlüğü ortadan kaldırıp Rojava Devrimine karşı bir saldırı kampanyası geliştirmek istemektedir. Bu nedenle etnik temizlik yapıyor gibi bir kara propaganda yapmaktadır. Herkes de biliyor ki, Önder Apo'nun çizgisi demokratik ulus çizgisidir. PKK on yıllardır halkların kardeşliği temelinde bir mücadele yürütmektedir. Bu nedenle Önder Apo çizgisindeki bir hareketin bir etnik temizlik yapması kesinlikle söz konusu olamaz. Kaldı ki Girê Sipî hem Arapların hem de Kürtlerin ortak yaşadığı bir coğrafyadır. Binlerce Kürt IŞİD geldikten sonra Girê Sipî’den atılmıştır. Kürtler Girê Sipî ve çevresindeki köylerden kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunları hiç dile getirmeyen Türkiye'nin, etnik temizliği dile getirmesi maksatlıdır. Şimdiye kadar IŞİD’in Kobanê’de, başka yerlerde gerçekten Kürtleri tümden ortadan kaldırıp Araplaştırma politikasına karşı çıkmayan Türk devletinin şimdi böyle bir etnik temizlikten söz etmesi ne kadar Kürt karşıtı olduğunu ortaya koymaktadır.

Rojava Devrimcilerinin Girê Sipî’de Önder Apo çizgisinde Arapların, Kürtlerin, ne kadar varsa Türkmenlerin içinde olduğu bir Meclisle, bir ortak yönetimi yaratama çabasının içinde olacakları açıktır. Rojava evrimcilerinin öyle farklı toplulukları egemenlik altına alan, onların iradesini tanımayan ne zihniyetleri vardır, ne de politikaları vardır. Rojava Devrimcileri Arap halkının bulundukları topraklarda özgürce yaşamasını ve yönetime katılmasını sağlayacaktır. Savaş sırasında çeşitli yerlere göç eden herkese de Girê Sipî açıktır. Herkes Girê Sipî’ye, topraklarına, evine geri dönebilir. Bu konuda hiçbir engel yoktur. Olması düşünülemez.

Bazıları tabii IŞİD’le işbirliği yapmışlardır. Çünkü IŞİD’le en fazla işbirliği yapılan yerlerden biri de Girê Sipî’dir. Girê Sipî’de IŞİD’le işbirliği yapan Araplar olmuştur. Bu işbirliği yapan Arapların Girê Sipî’den kaçması anlaşılır bir durumdur. Çünkü yarın açığa çıkacaktır kimin IŞİD’le işbirliği yaptığı, kimin suç işlediği. Bu açıdan işledikleri suçlar nedeniyle kirli, katil IŞİD’le işbirliği yaptığından dolayı bazıları geri dönmeyebilir. Bu durumda olanların bir kısmı dönmeyebilir; ama diğer Arap halkının Girê Sipî’ye dönmemesi için hiçbir neden olamaz. Gelir bahçesiyle, tarlasıyla, eviyle, işiyle uğraşır. Kendi yaşamını eskisinden daha özgür ve demokratik bir biçimde sürdürür. IŞİD’in baskısından kurtulmuş bir biçimde Girê Sipî’de yaşamına devam eder. Bu yönüyle Türk devletinin, yine bazı Arap çevrelerinin yaptığı Araplar kovuluyor, etnik temizlik yapılıyor gibi sözler kesinlikle doğru değildir. Bu tamamen Rojava Devriminin en üstün yanını, moral değerlerini ortadan kaldırma, Rojava Devrimini moral olarak, ideolojik üstünlük olarak zayıflatıp daha sonra da saldırma politikasının bir parçası olarak gelişmektedir. Bunu tüm dünya kamuoyu da, Türkiye kamuoyu da, bütün halklar da bilmelidir.

IŞİD Rojava’da darbe üstüne darbe alıyor. Mersin ve Adana’da HDP’ye yönelik yapılan saldırıların ve Amed’de seçim mitinginde patlatılan bombanın DAİŞ çeteleri tarafından yapıldığı belirtiliyor. Sizce bu durum önümüzdeki süreçte Irak-Suriye’de yaşananların bir benzerinin Türkiye’de yaşanması olasılığı olduğunu mu gösteriyor?

Kuşkusuz Türkiye'nin Hatay başta olmak üzere sınırlarını IŞİD çetelerine açması, buralarda IŞİD’in faaliyet göstermesi ileride sonuçlarını Türkiye'de gösterecektir. Belki de ilk defa Türkiye'nin IŞİD’e verdiği bu imkanlar çerçevesinde siyasal İslamcı bir örgüt Türkiye'de yaygın olarak ortaya çıkacaktır. Türkiye'de geçmişte bazı radikal İslamcı gruplar ortaya çıkmıştı. Ancak bunlar devlet tarafından rahatlıkla kontrol altına alınıyordu. Zaten bazıları bizzat MİT’in ve devletin kontrolünde olan ve kullandığı örgütlerdi.

Kürdistan'da tamamen JİTEM’in, devletin ve çeşitli güçlerin kontrolünde Hizbullah diye bir grup ortaya çıkarılmıştı. Hizbullah’ın devletle iç içe çalıştığı, JİTEM’in kontrolünde olduğu 1990’lı yıllardaki faili meçhul cinayetler döneminde anlaşıldı. Birçok kişi Hizbullah’ın devlet tarafından kullanıldığını açıkça ifade etti. Zaten pratikleri de özellikle Kürdistan'da bu gerçeği açıkça gözler önüne sermişti. Bugün de Kürdistan'da devletin koruması, himayesi dışında böyle bir örgütün ortaya çıkması ve gelişmesi mümkün değildir. Çünkü Kürdistan'da bu tür güçlerin istismar edeceği bir saha yoktur. Kürt Özgürlük Hareketi Ortadoğu'nun değerlerini, kültürlerini en iyi anlayan, esas olarak da Ortadoğu insanlık değerlerini Batı’nın kapitalist modernitesine karşı savunan bir harekettir.

Özgürlük Hareketimiz dinleri ve inançları da en iyi biçimde anlayan ve hakkını veren bir anlayışa sahiptir. Dinlerin toplumsal karakterini, kültürel karakterini, toplum yaşamındaki yerlerini çok iyi bilmektedir. Devlete bulaşmamış bütün dinlerin ve inançların toplum açısından değerli olduğunu bilen, böyle bir Hareket olarak inançlı insanların inançlarını gerçekleştirmesi önünde hiçbir engel koymayan, her inancın özgürce kendisini yaşamasını, ibadetini sağlayan bir harekettir. Devletler gibi dini yönlendiren, dini kendi iktidarına araç yapan bir yaklaşıma sahip değildir. Kesinlikle dini topluma ait olarak gören ve devlete ait olmaktan çıkaran bir yaklaşıma sahiptir. Bu açıdan IŞİD ve benzeri örgütlerin devlet himayesi olmadan Kürdistan'da var olması, gelişmesi söz konusu değildir. Çünkü Kürdistan'da örgütlü bir toplum vardır, bilinçli bir halk gerçeği vardır, dini istismar edecek hiçbir alan bırakılmamıştır. Bu açıdan da bu tür örgütlerin toplumsal sorunları istismar ederek kendini var etmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye'de kendilerini var edecek zeminler ve istismar alanları vardır. En başta da Türkiye'de toplum örgütsüzdür. Türkiye'de istismar edecekleri birçok toplumsal sorun bulunmaktadır. Bu açıdan Türk devletinin IŞİD’e yaklaşımları Türkiye'de ileride bu gibi bir faşist çetenin ortaya çıkması, eylemler yapmasını sağlayacak durumlar ortaya çıkarır. Türkiye'nin sosyal ve ekonomik sorunları düşünüldüğünde bu eylemleri yapacak belli bir sayıda insan da bulabilir.

Mersin, Adana ve Amed’teki saldırılar kesinlikle AKP Hükümetiyle bağlantılıdır. Çünkü IŞİD’in Türkiye'deki tüm ilişkileri ve yapılanması MİT’in kontrolündedir. MİT, bu örgütün her yerine sızmıştır. Özellikle de Türkiye sınırındaki bütün faaliyetler MİT’in yüzde yüz kontrolünde gerçekleşmektedir. Bu yönüyle Mersin ve Adana’da HDP binalarına konulan bombalar MİT’in göz yummasıyla, hatta teşvikiyle gerçekleşmiştir. Amed mitinginde bomba koyan IŞİD’çinin de MİT tarafından kontrol edildiği açıktır. Nitekim tüm bulgular, ortaya çıkan sonuçlar bu gerçeği göstermektedir. Mersin ve Adana’da bomba koyanlar yakalanmamıştır. Büyük ihtimalle suç delili kalmaması için Suriye’ye gönderilmiştir. Amed’te bir kişinin yakalanması da aslında AKP kendi üzerindeki töhmeti kaldırmak içindir. Ancak bu kişinin seçilmesi, bu kişiye yaptırılması kesinlikle MİT’le ilgilidir. Bunun dışında böyle bir eylemin yapılması mümkün değildir.

Kuşkusuz IŞİD Rojava’da aldığı ağır darbeler sonucu Kürdistan'da bazı eylemler yapmak isteyecektir. Bu anlaşılır bir durumdur. Bu konuda Türk devletinin göz yumması, teşviki de söz konusu olabilir. Ama Kürdistan'da süreklileşen bir eylemlilik içine girmesi, bir taban bulması mümkün değildir. Özellikle Kürt’e karşı savaş açan, Kürt düşmanı bir hareket olan IŞİD’in Kürdistan'da barınması söz konusu olamaz. Kendisini örgütlemeye çalışsa da kısa sürede ezilir. Bu açıdan Kürdistan'da bu yönlü faaliyetleri hükümetten, MİT’ten ayrı düşünmemek gerekir. Hizbullah da böyledir, IŞİD de böyledir. Bunlar tamamen Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı devletin kullandığı enstrümanlardır, maşalardır. Kürt’e karşı, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı yürütülen kirli savaşın enstrümanlarıdır. Ancak Türkiye'nin ileride böyle bir örgütün, kurumlaşmaların hedefi haline gelmesi mümkündür. Hem Türkiye'den birçok kişi gitmiş, IŞİD saflarında savaşmış, eğitim görmüş geri Türkiye'ye dönmüştür, hem de AKP Hükümetinin politikaları nedeniyle bu yönlü örgütlenmelerin gelişmesi söz konusu olmuştur. Hatta bu tür örgütlenmelerin AKP Hükümetini çok iyi kullandıkları da söylenebilir. AKP Hükümetinin IŞİD’e müsamahalı davrandığı, IŞİD için cennet bir ülke olduğunu bütün uluslararası güçler, devletler, istihbarat örgütleri bilmektedir. Bu konudaki değerlendirmeler sık sık basına da yansımaktadır. Böyle bir iklimde IŞİD’in örgütlenmemesi düşünülemez.

Kuşkusuz bir Suriye gibi, bir Libya gibi, bir Irak gibi gelişme zemini mevcut durumda yoktur. Ancak Türkiye'ye ağır sorunlar yaşatacak, Türkiye'de birçok sorunun, krizin ortaya çıkmasına yol açacak bir potansiyel olduğu da açıktır. Zaten Avrupa’nın, ABD’nin, çeşitli uluslararası güçlerin bir rahatsızlığı da NATO’nun, Avrupa Birliğinin parçası olan, yüz elli yıldır Avrupa modernitesiyle tanışmış Türkiye'nin böyle bir sorunla karşılaşması ihtimalidir. Kuşkusuz kendilerine bağlı işbirlikçi ajan İslami bir hareketi istiyorlar. Böylelikle bu tür siyasi hareketler, partiler üzerinden Ortadoğu'da etkin olmak istiyorlar. AKP'nin ilk dönemler desteklenmesi böyle bir politik hedef nedeniyleydi. Ancak AKP politikalarıyla kendisine verilen misyonu yerine getirmek bir yana, Ortadoğu ve Avrupa açısından sorunlar yaratan bir siyasi hareket haline gelmiştir. Ortadoğu'daki IŞİD gibi çetelerin bütün insanlık için kabul edemeyecek pratiği olan bu tür grupların çıkmasında AKP'nin önemli etkisi olmuştur. Son zamanlarda Avrupa’nın, çeşitli güçlerin Erdoğan’ı geriletmek istemesi, hatta cezalandırmak istemesi bu yaklaşımlarıyla ilgilidir. Kuşkusuz AKP'yi bir tarafa bırakan politikaları da yoktur. AKP'yi terbiye ederek kendileri için kullanılabilir bir noktaya çekmek istiyorlar. Bu konuda da kararlı oldukları görülüyor. Özellikle Erdoğan gibi kendilerine sorun çıkaran birini AKP'nin başında görmek istemedikleri anlaşılmaktadır. Erdoğan her ne kadar manevra yaparak yeniden çeşitli güçlerle ilişkilerini düzeltmeye çalışsa da, bu güçler yakın zamanda kendileri için çıkardığı engeli unutmuyorlar. Bu nedenle bir tutum gösteriyorlar.

Özcesi IŞİD’in Mersin ve Adana’da yaptığı bombalamalar, Amed’teki bombalamaların içinde olması MİT’le, devletle bağlantılı olarak görülmeli. Ancak Türkiye sahasını çok fazla kullanması nedeniyle de Türkiye'de giderek kontrolsüz hücrelerin, birimlerin de hareket edebileceği ve birçok eylem yapabileceği söylenebilir.

Erdoğan Amed’e yönelik saldırıyı yorumlarken “Bu saldırı seçimlere gölge düşürmüştür” dedi. Sizce bu saldırılarla amaç seçimleri iptal ettirmek miydi?

 Kuşkusuz MİT bilgisinde bir saldırı yapıldığından bu saldırının AKP Hükümeti ve devlet açısından bir anlamı olmalıdır. Seçimden birkaç gün önce yapıldığı da düşünülürse tamamen seçimi iptal ettirmeye dönük olduğu anlaşılır. AKP Hükümeti sürekli anket yapan, ankete göre politika üreten bir Hükümettir. Tayyip Erdoğan neredeyse anketlerle yatıp kalkmaktadır. Anketlerde HDP’nin barajı aşacağı görülmüştür. HDP'nin barajı aşmasıyla birlikte tek başına iktidar olamayacağı anlaşılınca seçimi iptal ettirecek ve kendisi için uygun bir zamana erteleyecek böyle bir hamle yapılmıştır. Zaten AKP iktidardan düştüğünde kendisinin de büyük bir darbe alacağını bildiğinden bir IŞİD’linin böyle bir eylemde yönlendirilmesi kadar, kullanılması kadar doğal bir şey olamaz. IŞİD’lilerin birçoğu AKP’nin iktidardan düşmemesi için bu tür eylemleri yapmaya hazırdır. Kesinlikle bir AKP militanı gibi çalışabilirler. Çünkü kaderleri AKP'nin kaderiyle birleşmiştir. AKP düştüğünde, zayıfladığında kendilerinin de zayıflayacağını çok iyi bilmektedirler. En büyük beslenme kaynakları Türkiye’dir. Bu açıdan AKP-IŞİD işbirliğiyle böyle bir bombalama gerçekleştirilmiştir. Bu bombalamayla çok büyük bir katliam hedeflenmiştir. Büyük katliam gerçekleşince de seçim güvenliği kalmamıştır denilecek ve seçim iptal edilecekti. Böyle bir iptal hem AKP'nin hem de IŞİD’in işine gelecekti; ikisi de rahatlayacaktı. Bu açıdan Tayyip Erdoğan bu bombalamadan sonra bu seçimlere gölge düşmüştür değerlendirmesi yapmıştır. HDP’lilere başka yerlerde her düzeyde saldırılar yapılmış; Karadeniz’de, her yerde yapılan saldırılar bu seçimlere gölge düşürmemiştir. Hatta daha önceleri bildiğimiz gibi birçok yerde HDP’lilere yapılan saldırıyı doğru bulmuştur. Bunun bir Alperen tutum olduğunu, bir yurtseverlik tutumu olduğunu açıkça ilan etmiştir. HDP'ye her yerde yapılan saldırılara hiçbir ses çıkarmayan Erdoğan, seçimden kısa bir süre önce Amed’te eylem yapılınca bu saldırı seçimlere gölge düşürmüştür değerlendirmesi yapmıştır. Her gün HDP’ye saldırılar yapılırken hiç konuşmayan Erdoğan, böyle bir eylemden sonra hemen konuşma ihtiyacı duymuştur. Aslında bu saldırıyla seçime gölge düşmüştür diyerek seçim yapmanın koşulları kalmamıştır demek istemiştir. Seçim sonuçlarının şaibeli olacağı biçiminde bir söylemle bu değerlendirmede bulunmuştur.

Seçimden bir iki gün önce bir Cumhurbaşkanı’nın böyle konuşması çok manidardır. Bir seçim öncesi Cumhurbaşkanı, ya da Başbakan böyle konuşabilir mi? Bu düzeyde yetkili olanlar seçim öncesi bu tür olaylar çıktığında olayı hafifletirler; büyütmezler. Seçim yapılan ülkelerin Cumhurbaşkanları, Başbakanları böyle bir tutum koyar. Genelde dünyada teamül budur. Ama Türkiye'de 7 Haziran seçimi öncesi hiçbir Başbakanın, Cumhurbaşkanın söylemeyeceği biçimde “seçimlere gölge düşmüştür” demiştir. Bunu dünyada herhangi bir ülkenin Başbakanı, Cumhurbaşkanı, siyasetçisi söylememiştir; seçim sorumluluğu kendi üzerinde olan bir Hükümetin politikalarını belirleyen Cumhurbaşkanı söylemiştir. Gerçekten de bu çok ilginç ve dikkat çekicidir. Sakinleştirmesi, ortalığı yatıştırması, seçim öncesi gerilim yaratan değil de, seçime toplumun daha rahat girmesini sağlamakla görevli, bu konuda sorumluluk duyması gereken birinin, bu saldırı sonrası seçimlere gölge düşmüştür demesi tabii ki anlamlıdır. Burada açıktan açığa seçimi iptal ettirmeye dönük bir değerlendirme vardır. Böyle bir amaç olmadan bu söz söylenebilir mi? Bir Cumhurbaşkanı böyle bir şey diyebilir mi? Kendi ülkesindeki seçimden önce “seçime gölge düşmüştür” demesi, aslında seçimin meşruiyetinin tartışılmasıdır. Bunu da seçimin iptal edilmesini ve olmamasını isteyenler tarafından söyleneceği açıktır. 

 

Seçimlerden hemen sonra Amed’de, Bingöl’de 1990’lı yılları hatırlatan JİTEM tarzı cinayetler işlendi. Bu saldırılarının arkasındaki güç kim? Burada amaç geçmişte olduğu gibi Hizbullah ve PKK çatışmasını mı yaratmak?

Bir kere soru yanlış sorulmuştur. Geçmişte Hizbullah ve PKK çatışması olmamıştır. Zaten şimdi Bingöl ve Amed’teki kontra saldırılarından sonra bazı yurtsever demokratlar da Kürt’ü Kürt’e kırdırmak, bir iç savaş başlatmak biçiminde değerlendirmeler yapmışlardır. Bunlar doğru değerlendirmeler değildir. Kesinlikle ortada ne Kürtler arası bir iç savaş vardır, ne bir Hizbullah-PKK çatışması vardır. Evet, Kürtlere yönelik bir saldırının olduğu doğrudur. Devletin istihbarat örgütleri tarafından Kürt halkına karşı bir saldırı başlatılmıştır, saldırı yürütülmüştür. İnkarcı, sömürgeci Türk devleti, Kürtlerin irade olmasını, siyasi güç kazanmasını kendisi için tehlikeli görmektedir. Yüz yıldır nasıl ki Kürtler bir siyasi güç haline geldiğinde çok sert bir saldırıyla Kürtlerin siyasi irade olma mücadelesi kırıldıysa, hiçbir zaman Kürtlerin siyasi irade olması istenmediyse, şimdi de aynı politika sürmektedir. Bazen bizzat kendisi saldırmaktadır, bazen de maşalarını kullanmaktadır. Bu açıdan Bingöl’deki saldırıyı da böyle görmek lazım, Amed’teki saldırıyı da. Doğrudan devletle ilgili görmek lazım, AKP ile ilgili görmek lazım. Başka türlü izah etmek gerçekten kendini ve toplumu kandırmaktır. Devlet himayesi olmadan, devlet desteği olmadan bu tür grupların, kişilerin Kürt yurtseverlere saldırması mümkün müdür? Böyle bir güçleri var mıdır? Devlet, JİTEM Kürdistan'da taşları bağlayıp köpekleri salma misali bir politika izlemektedir. Bir an için devletin olmadığını düşünelim, böyle bir kontra grubun halka saldırmasını bir tarafa bırakalım, aklına bile getiremez. Bu açık bir gerçektir. On yıllardır bedel ödemiş, her gün birçok evladını toprağa veren, özgürlüğü için savaşan bir halk gerçeği karşısında bir grubun Kürt halkına bu düzeyde pervasızca saldırması mümkün müdür?

Farz edelim bunların Hüda-Par’la ilişkisi var; aldığı oy ortada değil midir? Kürt halkı, Kürt halkının evlatları bu devletin kullandığı gruplardan daha az mı fedakardır, daha az mı yiğittir. Fedai bir Kürt gerçeği var, fedai bir gençlik var. Birçok gücün arkasında olan IŞİD, birçok devletin güç getiremediği IŞİD’in Kürt gençleri karşısında nasıl kaçtığı ortadadır. Kürt fedailiği karşısında dayanamamaktadır. Böyle bir halk gerçeğine karşı bir saldırı varsa demek ki arkasında bir güç vardır, bir devlet vardır. Bu da AKP’dir, MİT’tir, JİTEM’dir. 1990’lı yıllarda da bu saldırılar polisin gözetiminde yapılmıyor muydu? 1990’lı yıllarda JİTEM’in ve polisin gözetiminde olmasa halk o saldırganları bir kaşık suda boğmaz mıydı? Bunlar açıktır. Bunları bir çocuk bile görebilir.

Kuşkusuz halka karşı bir saldırı vardır. Bazı çevreler bu saldırıyı Hizbullah-PKK arası çatışma gibi göstermek istiyorlar. Kesinlikle böyle bir şey söz konusu değildir. Tamamen bir devlet saldırısıdır. Türk devleti anayasa ve yasalarla çalışan güçlerle sonuç almadığı zaman anayasa ve yasaların da dışına çıkarak sorumluluğu olmayacak biçimde elinin altındaki maşalarla bu saldırıları yürütmektedir. Çünkü devlet sorumlularıyla, resmi kurum ve kuruluşlarıyla Kürt halkına böyle bir saldırı yapması söz konusu olamaz. Bu açıdan Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında yasal kurumların, yasal güçlerin etkili olmadığı yerde, yasal güçlerin yapamadığı eylemleri bu tür kontra gruplara yaptırmaktadırlar. 1990’lı yıllarda yaşanan da buydu, Bingöl ve Amed’te yaşananlar da budur. Bazı inancı olan kişilerin aldatılması, kışkırtılması, kullanılması, tetikçi haline getirilmesi ayrı bir şeydir. Ama bu esası belirlemiyor. Mevcut gerçeği örtmüyor.

Kürt halkı da şunu bilmeli, biz de biliyoruz: Kürt halkının özgürlük mücadelesi geliştikçe bu tür saldırılar olacaktır, bu tür çeteleri kullanacaklardır. Ancak Kürt halkı 1990’lı yıllardaki halk değildir. 1990’dan bu yana yirmi beş yıl geçmiştir. Kürt halkı yaşadıkları temelinde büyük bir bilinç sahibidir. Kendine saldıranların kim olduğunu geçmiş tarihten bilmektedir. Bu cinayetleri kimin işlediğini, tetikçilerin kim tarafından yaptırıldığı konusunda halkın bir kuşkusu yoktur. Biz de bu konuda belirli bir bilince sahibiz, tecrübeye sahibiz; neyin nereden geleceğini biliyoruz. Bu açıdan bu tür saldırıların başarıya ulaşması, sonuç alması mümkün değildir. Ancak her zaman devletin bu tür şeyleri yaratacağını bilerek tedbir almak gerekmektedir.

 

Seçim döneminde Kuzey Kürdistan’da gerek gerillaya yönelik gerek ise HDP’ye yönelik saldırılar oldu. Aynı dönemde Güney Kürdistan’da da KDP ve PKK arasında gergin bir süreç yaşandı. Bu gerginlik hala devam ediyor mu?

Bir kere şunu belirtmek gerekiyor; seçim öncesinde KDP'nin yarattığı gerginlik, ilişkileri koparması, dilini saldırgan hale getirmesi, maraza çıkarmak için bahane araması AKP ile ilişkisinden dolayıdır. AKP ile KDP on yıldan fazladır kaderlerini birbirine bağlayan partiler haline gelmişler. Güney Kürdistan AKP Hükümeti döneminde Türk devletinin çok kazandıran sömürgesi haline getirilmiştir. Halka ait olan kaynakların büyük çoğunluğu Türk devletine akmıştır. Güney Kürdistan kadar kolay, ucuz sömürülen, kapsamlı sömürüye uğrayan başka bir coğrafya yoktur. Öyle ki, AKP Hükümeti ve Türk devleti Güney Kürdistan'daki bazı ekonomik çevrelerle ilişki içinde halkın bütün değerlerine ucuz biçimde el koymaktadırlar. Ekonomik olarak AKP kendini böyle ayakta tutmuştur. Eğer Türkiye'de bir ekonomik kriz yaşanmadıysa nedeni, çok ucuz gelir elde edilen bir ekonomik sömürgeye sahip olmasıdır.

KDP AKP'nin kaybetmesini kendi çıkarına görmemiştir. Kürt demokratik hareketinin değil de AKP'nin kazanmasını istemiştir. Seçim öncesi KDP'ye bağlı tüm yayın organlarının politikası bu doğrultuda olmuştur. Türkiye'de TRT ve A haber gibi kanallar nasıl AKP'ye çalışmışsa KDP'ye bağlı yayın organları da öyle çalışmıştır ve böylelikle Bakurê Kurdîstan halkını etkilemek istemişlerdir.

Gerginliğin bir nedeni AKP'ye destek vermek için yapılmışken, diğer bir nedeni de, PKK'nin yükselen itibarını kırmak olmuştur. KDP kendi politikaları ve yaklaşımlarıyla Kürdistan'da, toplumda itibarını ve etkisini geliştirmeyi amaçlaması gerekirken, neredeyse kendisinin etkisini ve itibarını arttırmayı PKK'yi geriletmekte görmüştür.

Şengal’de peşmergeler direnmeyince gerillalar gidip orayı kurtarmıştır; orada halkın güvenliğini sağlamıştır. Bu gerçek ortadayken neredeyse Şengal’deki gerillayı işgalci gösterecek bir dil kullanmaktadırlar, böyle bir yayın yapmaktadırlar. Gerilla Şengal’i tutmasaydı şu anda KDP’liler oraya yanaşamazlardı. IŞİD’in ele geçirdiği yerlerde nasıl kendini örgütlediği açıktır. Bu gerçek ortadayken, Şengal’de gerillaları çıkarmak için neredeyse PKK ile savaş içindeymiş gibi bir dil kullanılmıştır. Halbuki Êzîdîler konusunda Kürdistan'daki her siyasi gücün siyasi ve ahlaki sorumluluğu vardır. PKK'nin de manevi sorumluluğu vardır, başka Kürt siyasi güçlerinin de. Şengal’de IŞİD’e karşı gösterdiği direnişle PKK'nin Êzîdî Kürtlere karşı sorumluluğu daha da artmıştır. Şengal’e gerillanın müdahale etmesi, IŞİD'e karşı mücadele etmesi, Êzîdîlere size karşı sorumluluk taşıyorum, taşıyacağım diye bir taahhütte bulunması anlamına gelmektedir. Bu taahhütte bulunma kendiliğinden olmamıştır; Şengal IŞİD saldırıları karşısında sahipsiz kaldığı için PKK bu taahhütte bulunmuştur.

Sorun şudur; Êzîdîlerin kendi özyönetimlerine kavuşma sorunudur. Güney Kürdistan Federasyonu içinde böyle bir pozisyona kavuşmaları demokrasinin gereğidir, demokratikleşmenin gereğidir. PKK böyle bir düşünce ileri sürüyor diye, böyle bir politik yaklaşım içinde oluyor diye bu kadar saldırgan olmak gerçekten de doğru bir yaklaşım değildir. Bu tür tutumlar rahatlıkla konuşulabilecek, tartışılarak çözülebilecek sorunları çıkmaza sokmaktır. Sorun şu bu yerde iktidar olmak değildir. PKK'nin, gerillanın öyle bir iktidar hevesi de yoktur. Sadece toplumun güç olması arzulanmaktadır. Şengal konusunda Şengallilerin güç olması, kendi kendilerini yönetmesi, belli bir öz savunmaya kavuşması arzulanmaktadır. Bu, demokrasinin gereğidir ve en doğal şeydir. Güney Kürdistan içinde Êzîdîlerin böyle bir talepte bulunması kadar doğal, anlaşılır bir şey yoktur. Böyle bir talepte bulunmak Êzîdîlerin hakkıdır. Biz böyle görüyoruz. Ama KDP neredeyse düşüncelerimizi yasaklayacak; düşünce ortaya koymamızı engelleyecek. Bizim dünya konusunda da düşüncelerimiz var, Ortadoğu konusunda da var, Kürdistan konusunda da var, farklı etnik ve dinsel topluluklar konusunda da görüşlerimiz var. Örneğin Bakurê Kürdistan'da Dersim özerk olacaktır, kendi özyönetimine sahip olacak, kendi kimlik ve kültürüyle Kürdistan içinde yaşayacaktır, Kürdistan'ın bir parçası olacaktır diyoruz. Bu da bütün Dersimliler tarafından, herkes tarafından takdir görüyor. Her topluluk bulunduğu yerde kendi kendini yönetsin diyoruz. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Biz KDP'nin Şengal ya da başka konulardaki farklı görüşlerimizden dolayı dayatmalar yapmasını anlaşılır bulmadık. Belli bir dayatma olarak gördük. Bazı şeyleri bizlere zorla kabul ettirme olarak gördük. Bunun da doğru olmayacağı açıktır.

Bizim Hareket olarak bir gerginlik yaratmamız söz konusu değildir. Biz neden gerginlik yaratalım ki! Bazen öyle değerlendirmeler yapılıyor, öyle yalan yayınlar yapılıyor, tutumlar ortaya konuluyor ki, aynısını biz yapmaya kalksak kıyamet kopar. Ancak biz her zaman böyle suni gerginlikler yaratmaktan kaçınıyoruz. Kuşkusuz bizim zaman zaman belli konularda düşüncelerimiz oluyor, örgütün düşünceleri ve değerlendirmeleri oluyor. Arkadaşlarımız çeşitli konularda düşüncelerini dile getiriyorlar. Ama bunlar bilinçli bir gerilim, çatışma yaratmakla ilgili değil; sadece bazı konularda kendi düşüncelerimizi ortaya koymakla ilgili oluyor.

Mevcut durumda ilişkiler soğuktur. Bu soğuk ilişkiler devam ediyor. Bizden yana herhangi bir tutumdan dolayı ilişkiler soğumadı. Bizzat KDP'nin yaklaşımları nedeniyle soğudu. Biz kesinlikle KDP’yle ilişkileri daha sağlam, daha uzun vadeli, pamuk ipliğine bağlı olmayan, herhangi bir sorunda hemen ilişkilerin soğuması, kopması gibi bir durumun ortaya çıkmayacağı bir ilişki biçimini, anlayışını yaratmak istiyoruz. Böyle bir ilişki biçimini hedefliyoruz. Bugünkü ilişki biçiminin ne bize, ne KDP'ye ne de Kürtlere bir yararı var. Çünkü en ufacık bir durumda hemen bir gerilim oluyor, bir soğukluk ortaya çıkıyor. Bu açıdan ilişkilerimizi hiçbirimiz birbirimize herhangi bir konuda dayatma yapma içine girmeden sürdürmemiz gerekiyor. Mevcut Ortadoğu ve dünya koşulları bunu gerektiriyor.

Ortadoğu'da herkes kendisinin pozisyonunu güçlendirmek istiyor; Kürtlerin de bu ortamda kendi siyasi pozisyonunu güçlendirmesi gerekiyor, etkili kılması gerekiyor. Bu açıdan ortak davranmak ve ortak hareket etmek önemlidir. Bu dönemde dışa karşı politikalarda hareket etmeyeceğiz de ne zaman yapacağız? En azından dışa karşı politikalarda, yine dıştan gelecek saldırılarda ortak davranılması gerekiyor. Bu hepimizin sorumluluğudur. Dış politikada birbirini güçlendiren, saldırılar karşısında savunma konumunda birbirini güçlendiren bir konumda olmak en temel görev oluyor. Başka konularda belirli farklılıklar olabilir, ama en azından dış saldırılar karşısında ya da dışa yönelik politika konusunda ortak hareket etmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.

 

Eş zamanlı olarak KDP-İ ile HPG güçleri arasında Medya Savunma Alanlarında çatışma yaşandı. Bu dönemde basına görüşmelerin yapıldığı yansıdı. Şu anda son durum nedir?

Bu çatışmayı da biz anlamadık. Birden karşımıza çıktı. Birden KDP-İ’liler hiç haber vermeden, önceden bir tartışma, konuşma olmadan bizim on yıllardır bulunduğumuz bir sahaya gelip yerleşeceğiz dediler. Dünyada böyle bir şey olamaz. Kaldı ki, çatışmanın olduğu yere de gidemeyebilirlerdi. Ama arkadaşlar çatışmamak için, bir çatışma durumu ortaya çıkarmamak için kendilerine ses çıkarmamışlardır. Bakur’da çok önemli bir seçim varken Özgürlük Hareketi'ni sanki Kürtler arası çatışma yaratan bir konumda gösterecek böyle bir durum tabii ki doğru olmamıştır. Nitekim hemen bazı güçler devreye girerek PKK KDP-İ’ye saldırıyor biçiminde propaganda yapmaya başladılar. Bunların önemli kesiminin Kuzey Kürdistan'da AKP destekçisi, yardakçısı olduğu da bilinmektedir. Ortada öyle bir çatışma falan da yoktur. Eğer iki taraflı dikkatli olunsaydı bir KDP-İ’linin yaşamanın yitirdiği çatışma da olmayabilirdi. Bu arada bir iki kişi yaralanıyor, Ağır yaralanana da müdahale ediliyor, ama kurtarılamıyor. Diğerini hemen arkadaşlar alıyor, tedavi ediyorlar. Böyle bir durum yaşanıyor.

Bu olay yaşandıktan sonra görüşmeler yapıldı. Karşılıklı bir anlayışa varılmış durumdadır. Çünkü ortada sorun olacak bir durum yoktur. Kaldı ki bizimle KDP-İ arasında önceden herhangi bir sorun yoktur ki sorun alevlensin, çözülmeyecek bir durum ortaya çıksın. Artık yaşanan olayı hayırlara vesile etmek gerekiyordu. Şimdi bu olay sonrası ilişkiler ve görüşmeler oluyor, olumsuz bir durum yoktur. Karşılıklı bir anlayışla sorun çözülecek bir noktaya gelmiştir. Bizim zaten herhangi bir Kürt örgütüyle bir sorun çıkarma politikamız, yaklaşımımız söz konusu olamaz. Çünkü hiçbir gerekçesi ve nedeni yoktur. Nedensiz de Kürt örgütleri arasında herhangi bir sorunun çıkması doğru değildir. Burada tabii ki böyle bir durumu engelleme sorumluluğumuz vardır. Mevcut durumda Hareketimizle KDP-İ kendi sorunlarını çözecek durumdadır. Öyle bazı basın yayın organlarının yarattığı gibi çok büyütülecek bir durum değildi. Biz bile bazı basın yayın organlarını dinlediğimizde şaşırıyorduk. Gerçekten durum bu kadar büyük mü, olay bu kadar büyük mü? Neredeyse bırakuji diyeceklerdi, Kürtler arası savaş diyeceklerdi. Sanki önceki on yıllarda ortaya çıkmış bir çatışma yaşanmış! Durum böyle değildi. Böyle olmadığı için de görüşmeler temelinde gündemden düşürüldü. Özcesi şu anda herhangi bir sorun bulunmamaktadır. Karşılıklı anlayışla sorun çözülmüş durumdadır.ANF

Güncelleme Tarihi: 23 Haziran 2015, 12:24
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER