Yaşlı bir bilgeden dinlemiştim. “Ölümün de hayırlısı...” derdi. “Ölüm tüm canlılar içindir, bu kaçınılmazdır. Ancak ölüm şeklinin nasıl olduğu önemlidir. En çok da iki şekilde ölüm insana ağır gelir. Biri yanarak, diğeri boğularak ölmek."
Sebebini sorduğumda, “Çünkü ikisinde de insan yalnızdır. Ölüme giderken yalnız olmak kötüdür. Ölüm de insana dairdir. Ama son nefesini verirken de birileri yanında olmalı, elini tutmalı, aldığı cesaretle uğurlanmalı” demişti.
Son üç aydır ülkenin doğu yakasında inanılmaz bir vahşete tanık oldu gözlerimiz ve kulaklarımız. Duyduklarımız inanılır gibi değildi. Gözlerimiz gördükleri karşısında kör olmak istedi. Artık bu adı konulmamış savaş, literatürümüze yeni kelimeler ekledi. Beden bütünlüğü bozulmuş cesetler, yakılmış, kor ateşe dönüşmüş, kemikleri dağılmış, her bir parçası farklı kentlerdeki morglara gönderilmiş, DNA testi olmadan kimliği belirlenemeyen cenazeler. Halepçe’yi Madımak’ı, Kobani’yi yaşadı Cizre. Kimseler duymadı o çığlığı.
82 gün süren sokağa çıkma yasağının kaldırılmasının ardından geri dönmeye çalışan Cizre sakinleri başka bir işkenceyle karşılaştı bu kez. İlçe girişinde uzun kuyruklar, kimlik kontrolleri. Evinin, işyerinin son durumunu görmek için geri dönen binlerce insan, polislerin “Teröristleri doğuran analara merhamet göstermemizi beklemeyin!” şeklindeki hakaretleriyle karşılanıyor.
Cizre tam bir yangın yerine dönmüş durumda. “Ne deprem, ne de savaş böyle” diyor bir ana. Yıkılmış evinin önünde “Allah hakkımızı koymasın. Hangi günahın zulmüdür bu?” diye ellerini havaya kaldırıp beddua ederken, arkasında evinin kalan duvarına kolluk güçleri tarafından yazılmış “Adını Cizre’ye yazdım yârim” yazısı midenizi bulandırmaya yetiyor. Yazılar bununla sınırlı değil. İşgal güçleri tarafından kuşatılmış gibi, orada yaşayan halkı rencide eden, değerlerine küfreden yazılarla karşılaşıyoruz.
Cizre yaslı, ağır hasarlı, yaralı.. İnsanların gözlerine bakamıyorsunuz. Acı ve dehşet dolu gözleriyle Tanrıya, devlete, basına, olmayan adalete öfkeliler. “Bizi insan yerine koymuyorlar. Bu insana yapılır mı?” diyor biri. Bir diğeri “Evimden ve eşyalarımdan geriye hiçbir şey kalmamış. Canlarımız gittiği gibi onca emeğimiz, geçmişimiz de yok oldu” diyor.
Bir başkası, “Zararın karşılanacağı söyleniyor. İnsanlarımız gitti. O zararı kim karşılayacak?” diye ağlıyor. Enkaza dönmüş bir evin yatak odasında ters dönmüş tahta bir beşik, yatağın üzerine yıkılan duvarla birlikte devrilmiş gardırop, dantel peçete ve etrafa saçılmış naylon çiçekler bir zamanlar bu evlerde yaşanan hayatların hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağını gösteriyor size.
Gömülmüş cesetlerin arandığı açılmış mezarların bulunduğu, patlamış kanalizasyonun çamura buladığı sokakları arşınlıyoruz. Havada yoğun ve kesif tarifsiz bir koku. En son Yalova depreminde gelmişti burnumuza. “Ceset kokusu” diyorlar. Oğlunun öldürüldüğü evdeki kan izlerini gören annenin figanıyla sarsılıyoruz. Onunla birlikte bağırmak, göğsünüzü yırtmak istiyorsunuz. Olmuyor.
Cudi Mahallesi’ndeki bodrumlara doğru yürüyoruz. Kulağımıza Mehmet Tunç’un sesi geliyor: "Şu an ölümü bekliyoruz. Bu binanın çökmesiyle insanlık da bu bodrumun altında kalacak. Yarın öbür gün bunun hesabını tarihe nasıl vereceklerini de onlar hesap etsin” diyor.
Sonra Gülistan’ın sesini duyuyoruz, “Gulamin Cizra Botanê” şarkısını söylüyor. Feride ona dansıyla eşlik ediyor. Rohat boynunda fotoğraf makinasıyla kendi yanmış cesedinin fotoğrafını çekiyor. Taybet Ana Silopi’den gelmiş, çocuklarına çay dağıtıyor. Onlar için bir şey yapamamanın çaresizliği ve utancıyla Diyarbakır’a dönüyoruz.
Suriçi’nin akıbeti Cizre gibi olmasın diye bodrumlardaki canların kurtarılması için dört koldan Sur’a yürümek isteyen insanları görüyoruz. Yarinin adını Cizre’ye yazanlar Sur’a yazamasın diye... Ve o bodrumdaki kalabalıkta insanlar yalnız ve yanarak geride kalanların yüreğini yakmasın diye..
Güncelleme Tarihi: 03 Mart 2016, 10:51