Gulfiroş (II)

Senin gönlün daima meshur ve musahhardır mazursun

Gamın ne olduğunu asla bilmedin mazursun

Ben sensiz bin gece kan ağladım

Sen bir gece sensiz kalmadın mazursun

​​            ​​      Ahmet Gazali

Gül tende kelebek ölüleri. Mayısın teneşirinde kolluk gücü… Çıban yarası değil, evlat acısı. Şiirimin çarmıhına sürüyorum bütün bilinmezlikleri, yüreğimdeki bütün yitik ezgileri ve söylenceleri. Kendi ellerimle çiviliyorum mayıs böceklerini, yüzü hiç ağarmayan hasretimi.

Ben sende hüküm sürerdim yâre. Gulfiroş! Sende bilirdim kendimi. Şimdi ne ben benim ne de sen sensin. İkimiz lal bir suskunluğuz gayri, eksik bir sükûnet. Fasit encamına mahkûm bir niyet… Ben susardım fakat yine de yetmez gücüm suskunluğa, yani yalnızlığına. Yâre!

Ararım kelamın ilmini, kelimelerin kilidini. Anahtar yitik cennetin asude beldelerinde mi kaldı acep, Sadi’nin gülistanında mı unutuldu, rintlerin sadeliğine mi sürüldü. Pir Sultan, yol ortasında bekler mi hala. Ben senden geçtim de seni buldum. Gulfiroş diyebildim sonra.

Şehir yangınları bedenimin her semtinde... Kaldırımlarda kuş ölüleri… Gecesefasıdır, hercai menekşe kokusu. Suskunluğun dili, tacım, nişanım. Başımı zamanın giyotinine indiriyorum, görmeden, bilmeden. Âlem boğuluyor aşkımın ateşinde. Sallıyor bütün efsaneleri. Devrilen destanlardan utanıyorum. Başkası değilim ben. Olamam da. Devrilen destanlarda arıyorum seni, kendimi… Adını koyamadığım bir adayış, bir esaret, bir zulmet.

Ebruli akşamlar, bütün kavşaklarda sağanakla bir. Kime baksam, kendimi asıyorum. Ah, Gulfiroş! Berçelan yansıması teninin her bir semtinde. Sırma köşklerin mesrur aynasında… Gelinimin ağlar, oğlum gün sayar. Giden zaman, dolduramaz kalan zamanın boşluğunu. Müşahit şehir, eski şehrim. Belleğimde, yitik anılar, mozaik kırılganlıklar, sefil ömürler.

Aşkın suyuna düşsem, yıkansam, yunsam, sonra büsbütün unutulsam… Toprak desem, su desem, güneşin çocukları desem… Zerrenin yaşam emarelerinde varlığın nabzını tutsam. Bir ikircikli halim vardı bir zamanlar, desem. Ağlarken gözyaşlarımı unutsam… Sulh meydanlarında muhbirlerin kanına girsem… Bir bilsem hakikat deminde yaşamanın ne demek olduğunu, hakiki aşkın her bir pervazında çığlık çığlığa suskunluğu… Şehri yalnızlığın tutanakçısı kılsam… Ya da tansık... Bir kar yangınında, Befircan’da yitik bir aşkın gölgesinde. 

Vücudumda yaradır dost meclisler, kadim sohbetler, mesrur sözler. Mazursun, Gulfiroş! 

Düşsem yollara, bir bilinmezin sırtında şehrin ara sokaklarına dalsam, dar patikalarda bülbüllerin hasretine konsam, goncanın yarınlık düşüne düşsem. Sonra mecalsiz düşsem bedenin çölüne, hasretlik makamına, merhamet çınarına… 

Tenimde parlasa kızıl alevler, avuçlarımda paklansa içimdeki ejderhalar. Uslanır mıyım, haddim olmayarak. Bir bilsem. Gözlerimin kozasında öleceğim. Arkama bakmadan çekip gideceğim. Bir bilinmezin beşiğinde eski masallara konacağım. Bir bilsem, bilinmezliğinde dirileceğim ama…

Tecessüm etmiş bir beka yurdunda, Gulfiroş’u ağırlasam. Sonra ebediyen unutulsam… Yanmış kül olmuş bir katreymiş koca bir ömür, senden habersiz. Pişmanlığıma vursam, sensiz geçen bütün zamanları... Zindanlara indirsem gölgende durmayan yolcuları… Ummanlara salsam, aslına sürgün ömürleri… Sadece Gulfiroş desem, aşkımın tek yadigârı. 

Kalır dilimde kelebekler, yıkılır kelimelerden yapılmış hisarlar. Zül devir, yine kavurur. Göç geçer yine, geçer aşksız ömürler. Tek bir hazan vurur, vurulur…

Asude bahar ülkesinden gelen kuşların, boşa geçmiş ömrümün hazin yanılgısı değil midir, ey sevgilim, Gulfiroş’um…

Gama kedere ve melale yabancı kalbin, sevgin olmadan yaşamayan ömrümün zaafı değil midir, ey güzelliklerin şahikası Gulfiroş’um…

Sensiz ağladım gecelere mi yansam, varlığımı un ufak eden güzelliğine mi baksam…

YORUM EKLE