Çocukluğum VII (Rêka Aroşê)

Yazar Tahir Duman, 'Çocukluğum VII (Rêka Aroşê)' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

Çocukluğum VII (Rêka Aroşê)

TAHİR DUMAN/YAZDI

Yazar Tahir Duman, 'Çocukluğum VII (Rêka Aroşê)' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:

''Hayatımız boyunca birçok yol yürürüz. Kimi kısa, kimi uzun yollar. Kimini kararlılıkla yürürüz, kimini niçin yürüdüğümüzü bilmeyiz bile. Bir çoğunda yarıya bile varmadan tükeniriz, çok azında sonuca varırız. Kiminin sonuna geldiğimizde keşke hiç yürümeseydim der ve çok pişman oluruz ama pişmanlık fayda vermez artık. Kiminde de artık yürüyemeyecek oluşumuza bir ömür boyunca özlem duyarız.

Aroşê Yolu işte tam da böyle bir yoldu.

...

1970'li yılların sonu ve 80'li yılların başı köyden şehre göçün başladığı yıllardı. O dönemin Yüksekova’sında mahallelerde çok az sayıda ev vardı. Şehrin her mahallesinde çokça bulunan geniş düzlük alanlar insanların ilgisini cezbediyordu. İlk yerleşimin Kışla Tepesi civarında olduğu Yüksekova'da köyden şehre göç eden halk, ovadan arsalar alarak düzlük alanda yeni mahalleler inşa etmeye başladı. Şehir yeni yeni yerleşime açılıyordu.

Bu durum her ne kadar köyden şehre bir göç dalgası olsa da aslında tam anlamıyla bir göç değildi. Bir yarı göç haliydi. Köyde hayatını devam ettiren aileler birikimleri ile şehirden arsa alıp ev inşa ediyor, geniş ailenin bir kısmı köyde kalırken bir kısmı da senenin belli bir döneminde şehirdeki yeni iş alanlarında çalışmak için şehirde kalıyordu.

Dönemin getirdiği bir zorunluluk haliydi bu aslında. Köy hayatının zorluğu, artan nüfusun dar mekanlara sığamaz oluşu, geniş aile yapısı içindeki anlaşmazlıklar, köyde aynı evi paylaşan eltiler ve kardeşler arasındaki huzursuzluklar, kavgalar ve daha bir çok sebep göç etmeyi zorunlu kılıyordu. O dönemin şehir hayatındaki yaşam tarzı daha dar bir mülkiyette, daha geniş bir yaşam alanında yaşamaktı.

Tam da bu dönemde Aroşe Köyü’nden birçok kişi Dize Mahallesi'nden arsa almıştı. Babam da o arsa alanlardan biriydi. Yıllarca çalışıp bin bir zahmetle elde ettiği birikimi bir arsaya yatırmış ve yıllar içinde zar zor dört oda bir salondan oluşan toprak bir ev inşa edebilmişti.

Evin temelini yapabilmek için taşlar şehrin tek kamyoncusu Heci Ziya’nın kamyonuyla getirilmişti. Uzun yıllar şehirle özdeşleşen kamyon gece gündüz durmadan çalışıyor, düzlük alanlara taş boşaltıyordu.

Evin duvarlarını inşa edebilmek için kerpiç yapılması gerekiyordu. Kerpiç yapımı için lazım olan toprak Îsayê Zînê’nin traktörü ile taşınmıştı. Îsayê Zînê de babamla birlikte Dize Mahallesi’nden arsa almış ve ev inşa etmeye başlamıştı.

Taştan yapılma temellerin üzerine kerpiç duvarlar konduruluyordu. Yalnız buranın ayaz görmüş toprağı insana kolay teslim olmuyordu. Kerpiç yapmak için toprak çamur hale getirilir ve içine bol bol saman katılarak saatlerce çıplak ayaklarla yoğrulurdu. Kerpiçlerin sağlam olabilmesi için bu zorlu işlemin saatlerce yapılması ve çamurun bir gün boyunca dinlendirilmesi gerekiyordu. Ertesi gün sabahın erken saatlerinden başlayarak kerpiç kalıbıyla tam ve yarım kerpiçler yapılıyordu.

Mahalledeki boş arsalarda kare ve dikdörtgen görünümleriyle tam ve yarım kerpiçlerden oluşan görüntü gözlerde hoş bir intizam hissi bırakıyordu. Bütün bu işlerde babamın yanında genellikle İsayê Zînê vardı.

Îsayê Zînê eskiden beri babamın en yakın, en samimi dostuydu. Birbirlerine “Qardaş” diye hitap ediyorlardı. Onların dostluğu, dostluktan öte tam bir kardeşlikti. Birlikte çok badireler atlatmışlar, rêncberlik, çobanlık, işçilik yapmışlardı. Köyde sırtlarında uzun menziller boyunca her türlü yükler taşımışlardı. Dostlukları boyunca hiçbir zaman birbirlerini yarı yolda bırakmamışlardı.

Mahallede o dönemde yapılan bütün evlerin inşaatı tek bir ustanın elinden çıkıyordu. Hisinê Şivavi. Aksi ve dediği dedik bir usta olan Hisên Usta yaptığı evleri kendisi tasarlar ve sonra inşa ederdi. O yüzden bütün evler birbirine benziyordu. Tek katlı toprak evlerin taştan yapılan temeli yarım ve bir metre arasında bir yüksekliğe sahipti. Ortada uzunca bir salon, salonun önünde yerden biraz yüksekçe bir balkon, salonun yukarı kısmında küçük bir mutfak, salonun her iki yanına sıra sıra dizilen odalar...

Evin bütün duvarlarının genişliği iki tam bir yarım kerpiçten oluşuyordu. Çocukluğumun şehirde geçen bu ilk zamanlarında evin bu kalın duvarlarındaki tahta pencerelerinin önündeki duvar içlerine oturup mahalleyi, insanları, yağmuru, karı, gölgeleri, kavak ağaçlarını, Reşolêk kuşlarını, evin önünden geçen dar Yeşildere Caddesini, okula giden siyah önlüklü çocukları izlemek bana keyif veriyordu.

Aile olarak köyden şehre taşınmıştık. Yılın üçte ikisini Yüksekova’da üçte birini de köyde geçiriyorduk. Bahar mevsiminin ortasına gelmiştik ve köye gidiş zamanımız gelmişti. Îsayê Zînê’nin traktörü gelmiş evin önünde durmuştu. Ben, kardeşlerim ve annem köye gidecektik. Babam, şehirde kalıp ev işlerini bitirecek, YSE’deki işine gidecekti.

Îsayê Zînê o tatlı diliyle espriler yapıyor ve etrafındakileri güldürüyordu.

Anneme beni göstererek:

— Keçê pireşê ev Tahirê li Zoma Beresor heta siharê dibû im ima wî.

— Nedihêla em birazîn.

İki yaşıma doğru Beresor Yaylası’nda anne sütünden kesildiğim bir gece sabaha kadar huysuzlanmış ve çadırı bizim çadıra bitişik olan Îsa amcanın uykusunu da bölmüşüm. Bu anısını yıllarca duydum kendisinden.

O gün traktör römorkuna boş bidonlar, 50 kiloluk bir şeker çuvalı, 50 kiloluk bir tuz çuvalı, büyük makarna poşetleri, bir torba pirinç, bir torba bulgur, kap kacaklar, iki tane kilim ve daha birkaç parça eşya yüklendi. Başka birkaç ailenin de çeşitli eşyaları vardı römorkta. Ben kardeşlerim ve annem römorka bindik ve yola çıktık. Îsayê Zînê’nin traktörü çarşıda bir dükkânın önünde durdu. İki tırpan ağzı, paslı ama ucu bilenmiş üç orak ve bir kasada ağzına kadar dolu, içinde ne olduğunu bilmediğim şurup şişeleri römorka yüklendi.

Çocukluğumun hatırladığım ilk yolculukları bu traktör römorkunda idi. Yüksekova’dan Aroşe’ye 1963 model Massey Ferguson model bir traktör römorkunda gidip gelmek bana eşsiz bir yolculuk hazzı verecekti.

Yüksekova ovasından, uzaktan görünen Cilo Dağları’nın kalbine giden bir yolculuktu bu. Ova yeni yeni çiçek açmıştı. Yeşil otların arasındaki sarı çiçekler doyumsuz bir manzara oluşturuyordu. Gözünün alabildiğine uzanan yeşil ve sarı rengin uyumuna, kuş sesleri, böcek vızıltıları ve yakıcı bir güneş eşlik ediyordu. Ama Cilo Dağları’nın kadim buzullarından ovaya doğru esen serin rüzgarın esmer yüzüme çarpması, güneşin yakıcılığını gideriyor ve bana tarifsiz bir mutluluk hissi yaşatıyordu.

Traktör parsel parsel bölünmüş tarlaların arasından Qadya Köyü’ne giden yolda ilerliyordu. Uzaktan Çêmê Aroşe’nin ovadaki sessiz akışını izledim durdum.

Qadya Köyü’ne vardığımızda traktör Heci Osman’ın evinin önünde durdu ve biz burada bir mola verdik. Çaylar geldi, kalıp şekerler kırıldı. Daha önce görmediğim ama samimiyetleri ve konuşmalarıyla birbirlerini tanıdıkları belli olan bu insanlar güler yüzle sohbetler etmeye başladılar. Ben bir an önce köye gitmek için heyecanlanırken çaylar içildi, yemekler yenildi ve komşu evlerden de insanlar gelip sohbet halkasına dahil olmaya başladılar.

Nihayet hareket zamanı gelmişti. Ama bu sefer traktör römorkuna köyden de bazı eşyalar yüklenmişti. Ben, kardeşlerim ve annem bindikten sonra ayakları sargılı iki koyun ve birkaç köylü çocuğu ile anneleri de binmiş, römork tıka basa dolmuştu.

Toprak ve bozuk köy yolundaki yolculuğumuz başladı. Traktör yolun bazı kısımlarında çok yavaş hareket ediyor, önünde ufak bir düzlük gördü mü uzun egzozunun ucundaki kapağını havaya kaldırıp, homurdanarak hızlanıyordu.

Derav mevkisini geçtikten sonra Cilo Dağları’nın içine doğru Aroşe Yolu yolculuğumuz başladı. Çemê Aroşê gür sesiyle bizi karşıladı.

İşte yine aynı ses, aynı koku, aynı hava ve aynı mutluluk. Yol boyunca kıvrıla kıvrıla derenin kenarından tırmanıp köye gidecektik. Çemê Aroşê bizi artık hiç yalnız bırakmayacaktı.

İnsan çocukluğunu hatırladığında önce derin bir nefes çeker içine. Sonra manzaralar canlanır gözünde. O nefeste çocukluğunun kokusunu çeker ciğerlerinin içine. İnsanın çocukluğuna dair en çok özlem duyduğu şeydir o koku.

Yıllar sonra insan neden o kokuyu kaybediyordu ki? Büyüdükçe kokular mı değişiyor? Yoksa biz koku alamaz hale mi geliyoruz? Tıka basa dolu olan bir traktör römorkunda yaşadığım o yolculuğu kırk yıl geçmesine rağmen neden unutamadım ki? Oysa yıllar içinde en konforlu araçlarda yaptığım bir sürü yolculuğu çok kolay unuttum.

Îsayê Zînê’nin, babamın can yoldaşının traktörünün römorkundaki o yolculuk, Aroşe Yolu’nda aklıma kazınan yol manzaraları ve ruhuma isleyen o koku... Yaklaşık beş kilometre boyunca sürecek bu yol yıllar sonra bile hatırlayacağım, çocukluğumun en güzel manzaralarından biri olacaktı.

Bazen yaya, bazen yürüyerek, bazen traktör römorkunda gideceğim o yol bana hep huzur verdi. Sebriyê Seydo’nun değirmenine varmadan yol kenarında bulunan dik kayalıklardan damla damla akan su köye girmek üzere olduğumuzun habercisiydi.

Anladım ki insan çocuk olmaktan vazgeçtiği gün o kokuyu ve içinde mutlulukla yürüdüğü o yolu kaybediyor. Yaşım ne olursa olsun çocuk olmaktan vazgeçmedim. Yaklaşık kırk yıldır o yolu tekrar tekrar yürüyorum. O kokuyu içime çeke çeke yukarı, köye doğru ilerleyip, avazım çıktığı bağırıp, her yeri selamlıyorum.

  • Merhaba Çemê Aroşê,
  • Merhaba Aşê Sebrî,
  • Merhaba Beroj,
  • Merhaba Çilkanya,
  • Merhaba Gêrê Sivkê,
  • Merhaba Şerif dayım, Hecî Hacî dedem, Hacer kardeşim, Bahtı kara Rêncber Sadi.
  • Merhaba bütün çocukluk arkadaşlarım
  • Merhaba Mahîna Şîn,
  • Merhaba çocukluğum,
  • Nereye gidersem gideyim peşimden gelen anayurdum merhaba...

Güncelleme Tarihi: 11 Ocak 2024, 14:43
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER