Çocukluğum IX (Gundê Xirabe)

Yazar Tahir Duman, 'Çocukluğum IX (Xirabe Gund)' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

Çocukluğum IX (Gundê Xirabe)

TAHİR DUMAN/YAZDI

Yazar Tahir Duman, 'Çocukluğum IX (Xirabe Gund)' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:

Yüz yıllık düğüm çözüldü

Akan bütün berrak sular tüketilirken

Mahîna Şîn bir tenhada vuruldu

Yitik bir çocukluk son buldu

Bazı insanlar kördüğümdür. Kendisine, ailesine, akrabalarına, toplumuna ve yaşadığı topraklara sıkı sıkı atılmış bir kördüğüm. Bütün iplerin kendisinde toplandığı bir kördüğüm. Bir arada tutan ve birleştirendir o. Bütün ipler o insanda toplanır. O kördüğüm var oldukça topluluk bir arada kalır. İpler uzaklara gider ve saçak saçak dağılır ama düğüm yerinde sabit oldukça o ipler kökeninden asla ayrılamazlar.

Aroşe Köyü, dedemin yüz yılı aşkın ömründe hayata attığı son düğümdü. Dedemin ailesinin son defa bir arada bulunduğu yerdi Aroşe. Uzun bir hayat tecrübesinden, büyük acılardan, savaşlardan, kıtlıklardan geçip gelmiş dedem bütün bu tecrübesiyle hayatının son döneminde, çözülemeyecek bir düğüm atmak istemişti. Ailesini bir arada tutmak, soyunu devam ettirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Ama hesaba katmadığı bir şey vardı. Bildiği halde yanıldığı bir şey... Dünya hayatı her düğümü eninde sonunda çözecekti.

Günü geldi ve o düğüm çözüldü. Bütün ipler serbest kaldı. Birer birer dağıldılar. Düğüm çözüldüğünde insan da çözülüyordu. Bu coğrafyada yaşamanın bedelini ödüyordu. Bu bereketli topraklara sahip olmanın ağırlığını taşıyamıyordu. Toprak, insanı kendine bağladığı gibi kendisinden uzaklaştırıyordu da. Toprağın ve doğanın dilinden anlayan büyüklerinden mahrum kalan, atasız kalan bir toplulukta sesler yükseliyor ve ayrılıklar baş gösteriyordu. Artık onları bir arada tutacak bir sebep kalmamıştı.

Giden sadece dedem değildi, koskoca bir tarihti. O tarihin yerini dolduracak, değerini yaşatacak bir devir yaşanmayacaktı artık. Bölgenin geneline hakim olacak bir huzursuzluk hali, yıllar içinde kendini iyiden iyiye belli edecekti.

Aroşe Köyü'nün ilk sakinleri biz değildik elbet. Tarihte farklı ırklardan, farklı dinlerden kim bilir kaç sakini olmuştu buranın. Dêr (kilise) bunun en güzel kanıtıydı. Yüksek tepelerin yamaçlarına insan gücüyle açılmış geniş tarım alanları ve sulama kanalları, insan eliyle şekillenmiş ve eskiden yaşam alanı oldukları belli olan taş birikintileri bunun kanıtıydı. Zaman hepsini bir şekilde bu köyden uzaklaştırmıştı.

Uzun yıllar sadece yayla ve mera olarak kullanılan bu saklı cenneti 1965 yılında birkaç aile satın almış ve gelip yerleşmişlerdi. Fukaralığın verdiği azimle topraklarını işlemişler ve bereketli ürünler almışlardı. Buranın toprağı, suyu, dağı, taşı, koyunu, keçisi... her şeyi bereketli idi. Çemê Aroşê, Beresor Yaylası, Beremêş Yaylası, Talegez otlakları, Mezra, Beroj, Çilkanya bölgesi... Her yeri bereket sunuyordu insanına.

Köye yerleşen her aile bir kaç yıl içinde düzenini kuruyor ve günden güne sayısı artan koyun sürülerine sahip oluyordu. Geniş otlak alanlar, taze otlar ve soğuk sular; besili sürülerin sayısını günden güne arttırıyordu. Dönemin zenginliği geniş bir koyun sürüsüne sahip olmaktı. Her ailenin zamanla geniş bir koyun sürüsü oluşmuştu.

Köyde yaşayan yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk herkes bu bereketten sonuna kadar faydalanıyor ve durmadan çalışıyordu. Köy düzeni herkese bir iş yapma zorunluluğu getiriyordu. Sabah namazından önce başlayan işler yatsı namazıyla biter gibi görünürdü ama devinim gece gündüz devam ediyordu. Köy aydınlıkta da, karanlıkta da durmadan çalışırdı. Doğa yirmi dört saat aktifti bu coğrafyada.

Oysa geceli gündüzlü çalışan insan bütün bu çabasına rağmen cennetten sürgün olup dünyaya gönderilendi. Dünya karmaşasında yaşayacak, oyalanacak, hatalar yapacak ve bir süre sonra geldiği gibi gidecekti. Eşrefi mahlukat denilen insanoğlu cahildi ve zalimdi. Cahildi insan. Cehaleti eninde sonunda başına bir çok belalar getiriyordu. Zalimdi. Zalimliği de yok oluşunu beraberinde getirecekti.

Küçük yerdi köy. Çok küçük bir yerdi. Herkes herkesi iyi tanıyordu. Herkes herkesin zayıf yönünü, zaaf damarını çok iyi biliyordu. Birçok konuda birbirine destek olan köy insanı söz konusu menfaati olunca nefsine yenik düşüyor, acımasız oluyordu . Hırsı uğruna acımasız bir ruh haline bürünüyordu. Sonrasında kavgalar, mücadeleler ve karmaşalar baş gösteriyordu.

İlk kurulduğu günden beri süregelen meşhur kavgaları vardı Aroşe Köyü’nün. Aynı aşiretten iki aile arasında yıllarca süren bir anlaşmazlık durumunun vücut bulan haliydi bu kavgalar. Zamanında Durankaya’dan göç edip Aroşe Köyü’ne yerleşen iki soy.

Küçük yerin dedikodusu bitmiyordu. Bazen bir koyunun kaybolması ya da çalınması, bazen ipini koparan bir atın komşu bahçeye girmesi, bazen çocukların bahçeden salatalık aşırması, bazen yüzlerce köyü besleyecek suyun az bulunup paylaşılamaması... Sudan sebeplerle ortaya atılan bazı iddialar çoğu zaman iki aileyi birbirine düşürüyor ve istenmedik sonuçlar ortaya çıkabiliyordu.

Köyün herhangi bir yerinden yükselen “Heware gundîno!” sesi herkes tarafından anında duyuluyordu. Kavgalar bir başladı mı köyde herkesi bir telaş alıyor, o an ne iş yapılırsa yapılsın bırakılıyor ve eline sopayı, küreği, orağı alan kavga meydanına koşuyordu. Kavga bittiğinde ise her iki aileden yaralılar oluyordu.

Köyün büyüklerinden biri olan Mihemedê Dîmo çok esprili bir dile sahipti. Kürtçe dilini orijinal konuşan, nüktedan bir kişilikti. İlerlemiş yaşına rağmen evde oturmaz, çıkıp köyü dolaşırdı. Beli bükülmüş, ellerini arkasında kavuşturmuş bir halde yavaş adımlarla yürür ve doğa ile konuşurdu. Bazen dağa, bazen suya, bazen de otlara, hayvanlara, taşlara konuşup dururdu.

“Heyy dolê û çolê.” diye hitabına başlar ve kafiyeli bir şekilde kendi meramını, köyün halini tasvir ederdi. Onu en iyi doğa dinlerdi ve anlardı. İnsanın en iyi yoldaşıydı doğa. İnsanı en iyi dinleyendi ve sırrını saklayandı. Anlatırken mutluydu ve kendi anlattıklarına çoğu zaman gülümserdi.

O günlerde yine iki aile arasında köyde büyük bir kavga çıkmıştı. Her iki aileden birkaç kişinin kafası kırılmış ve darp edilmişlerdi. Hecî Mihemedê Dîmo yine köyde yürüyüşe çıkmıştı. Yakın akrabası Sebriyê Seydo ve oğlu Ömer için ağzından şu dörtlükler çıkacaktı.

Sebriyo mezinê ocaxîyo

Desta li berde pişt qûnêyo

Ma tu nizanî mamûdî

Dê serê te înên telîşêt xwînîyo

Emero kurê babêyo

Tu dest bide merê û li gel şenêyo

Jor da were meydanê sor bike xwînîyo

Heyla xweş mêro kurê xweş mêro

Kavgalar köyün en temel gerçekliği haline gelmişti artık. Her iki aile de kendi aralarında toplandıkları zaman kavga meydanındaki yiğitlikleri ile övünüp duruyorlardı. Oysaki bu kavganın bir kazananı asla olmayacaktı. Köy halkı kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlayacaklardı.

İlerleyen zamanlarda bölgede artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Doğu Anadolu Coğrafyasında, özellikle kırsala hakim olan huzursuzluk hali iyice hissedilir olmuştu. Köydeki hayat eski olağan akışında devam edemiyordu artık. Aileler yeni çareler arıyor, şehirden aldıkları arsalara evler inşa ediyordu. Birçok aile şehre yerleşmişti. Ailenin bir kısmı geçimini daha iyi sağlayabilmek için köyde kalmaya başlamıştı. Köyün geneline hakim olacak huzursuzluk ve güvensizlik günleri başlamıştı.

Kavgalar büyüdükçe büyüyordu. Artık taş sopa kavgaları olmaktan çıkıp nadir de olsa silahların devreye girdiği kavgalar yaşanıyordu. İnsanın hırsı, gözünü kör ettiği zaman, içindeki canavarı ortaya çıkarıyordu. Etrafındaki her şeye zarar verebilecek bir hale geliyordu.

Geç bir sonbahar demiydi. Köyde otlar biçilmiş ve evlerin yakınlarında yığın haline getirilmişlerdi. Koyunlar meradaki son günlerini yaşıyordu. Bir aileye zarar vermenin en kolay yolu ya hayvanlarını çalmak ve telef etmek ya da otlarını yakmaktı.

Bir gece ansızın bağırış sesleriyle dışarı çıkan köylüler büyük bir ateşin otları yakmakta olduğunu göreceklerdi. Telaşla herkes otları söndürmeye çalışacak ama korka korka arkalarını kollayacaklardı.

Ertesi gün yakılmış ot yığınlarının hemen ötesinde Mahîna Şîn’in başından vurulmuş cansız bedeniyle karşılaşacaktı köy ahalisi. Artık iyice yaşlanmış olan Mahîna Şîn dedemden sonra Eliyê Seydo’nun evine verilmişti. Orada ara sıra ev işlerinde kullanılıyor, tükenmek üzere olan gücünün yeteceği kadar iş görüyordu.

İlk sahibi Sadi’yle aynı kaderi yaşamıştı Mahîna Şîn. Bir hırs ve cehalet kurşununa kurban gitmişti. Hırs ve kin dolu bir yüreksizlik tarafından vurulmuştu. Kimse onu kimin vurduğunu öğrenemedi. Kimse otları kimin yaktığını da öğrenemedi. Silahlar çıktı, pusular kuruldu ve iki aile arasında çatışmalar yaşandı.

Cilo Dağları’nın sessiz yakarışıyla yılın ilk karı yağdı. Mahîna Şîn’in cansız bedenini insan vahşetinden korumak için beyaz bir kefene bürüdü. Dedemin ölümünde tanıdığım beyaz, Mahîna Şîn’in ölümüyle çocuk ruhumda artık tamiri imkansız bir yara bıraktı. Doğa tamamen beyaza teslim oldu.

Beyaz Sadi’nin, Hacer’in,Dedemin, Mahîna Şîn’in, Çemê Aroşe’nin ve ilk çocukluğumun vedası oldu. Yitik bir çocukluğun vedası...

Kar yağışı Aroşe Köyü’nün evlerini, yollarını, meydanlarını tamamen esir aldığında her iki aileden birçok erkek kaçak bir hayat yaşıyordu. Kimisi şehre, kimisi farklı köylere kaçıp pişmanlıkların koynuna sığındılar. Çok sürmedi. Ertesi sene bütün köy, uzun bir süre geri dönmemek ve artık yitirilmiş bir çocukluğu yaşayamamak üzere köyü terk ettiler. İpler dağıldı ve her biri bir yerde yoksulluğa, pişmanlığa ve özleme mahkum olarak yeni bir hayata başladılar.

Güncelleme Tarihi: 15 Mart 2024, 18:28
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER