Çocukluğum (VIII) (Mirina Kalkê Min)

Ölüm üzerine çok yazılar yazılmıştır. Efsaneler, ağıtlar, şiirler, hikayeler, türküler, stranlar, denemeler... Yazılan yazılarda ve yakılan ağıtlarda mutlaka ölümden bir parça vardır. Her dilde ölüm acısının anlatılış şekli başkadır. Çocukluğumun anadilinde ölümü anlatmak ise çok başkadır. Masum bir çocukluğun yüzüne bir harita gibi işleyen bu coğrafyanın ruhu, ölüme de çok ayrı bir anlam katar.

Yaşamak, hayatta her şeye galip gelirken, ölüme yenik düşer. Yaşamak hayatımızın tümüyken, ölüm sadece bir andır. Ölüm ve yaşamak birbirine hiç de denk olmayan iki zıtlığın yeryüzünde çarpışmasıdır. Bu çarpışmadan her defasında ölüm mutlak galip çıkmıştır. Çünkü ölüm kısacık olan anın upuzun hayata galip gelmesidir. O an öyle güçlüdür ki bütün dünya varlıkları onun yanında hiç hükmündedir. Ölüm yaşanmaz ama bütün yaşananlar günü geldiğinde ölür.

Oysa eninde sonunda öleceğini bile bile yaşıyordu insan! Sahi yaşam dediğimiz bütün bu mücadele niyeydi?

Doğmak, hayatı yaşamak, doğayı yaşamak, mutluluğu ve acıyı yaşamak... Sonrasında büyümek, düşünmek, doğruyu görmek, kavgalar etmek, yeniden kavgalar etmek, çatışmak (en çok kendiyle), yanlış karşısında susmadan mücadele etmek, eninde sonunda kabullenmek ve yavaş yavaş bir tarihin yok oluşunu, bir devrin kapanışını, insanın topraktan kopup medeniyet safsatasına hapsoluşunu yaşamak... En nihayetinde hepsinden acı olan ölümü yaşamak...

***

Karşımda Cilo Dağları bütün ihtişamıyla duruyordu. Bazen geçit vermez, bazen de bağrına sığınanlara kucak açar. Başı her dem karlı ve soğuk, bağrı her dem sıcak ve korunaklı. Ama bu sefer hüzünlüydü Cilo... Yorgundu. Başından sis ve duman eksik olmuyordu.

Bu bahar mevsimi çok başka bir mevsim olacaktı. Birçok ölüme şahit olan Aroşe Köyü, uzun bir ömür hikayesinin bitimine de şahit olacaktı. 1879 yılının Ağustos ayı başında başlayan bir hayat macerası 1986 yılının Mayıs ayı ortasında nihayet bulacaktı. 107 yıllık bir çınarın devrilişine şahit olacaktı.

Hayatı boyunca birçok sıkıntı yaşayan dedem, yokluk ve kıtlık yıllarında çaresizliğin içine doğmuştu. Abisini Birinci Dünya Savaşı’nda Van’da şehit vermiş, babası ve abisinin çocuklarıyla Rus işgalinden kaçıp Irak topraklarına sığınmıştı. Açlıktan ve perişanlıktan babasını ve canparesi yeğenini bu sürgünde toprağa vermişti.

Dönüşte yıkılmış ve viran olmuş köyünü yeniden inşa etmişti. Tekrar bir sürgüne daha gitmiş, döndüğünde bir başka köy inşa etmişti. Evlenmiş, çocukları olmuş. Çocuklarını, torunlarını toprağa vermişti. Her acı ruhunda derin izler bırakmış ancak o yaşadığı her şeye rağmen pes etmemişti. Yeni bir umutla Aroşe Köyü’ne göç etmiş ve yeniden bir hayat inşa etmişti. Zalime karşı tek başına direnmiş, hakkını her yerde aramış, ilerleyen yaşına rağmen mücadeleden asla vazgeçmemişti.

100 yılı geçen ömründe doğadan kopmamıştı. Topraktan ayrılmamıştı. Tarlasından buğdayı, ahırından koyunları, sofrasından misafirleri eksik etmemişti. İnsanları ve insanlığı severdi. Hüzünlü olduğu zamanlar sığınırdı. Şahino, Dewrêşê Evdî, Lo Bira, Heywax Dayê, Wey Dinyayê... Okuduğu her stran kor bir alev topu olur yürekleri dağlardı.

Dedemin ölümü bir asrın ölümünün habercisi olacaktı. Bütün dünyayı alt üst eden 1900’lü yılların ölümü olacaktı. Tarihte eşine rastlanmayan zulümlerin yaşandığı bir asra tanıklık etmiş ve ruhunda yaşadığı bu yüzyılın derin sancılarını hissetmişti. İyi insan zor şartlarda yetiştirmiş. Dedem o iyi insanlardan biriydi.

***

Günlerdir hasta yatağında olan dedem her zamanki yeri olan misafir odasındaydı. O gün evin girişinde bulunan misafir odasının kapısı kapalıydı. Derin bir sessizlik hakimdi salona. Her zamanki somyasında oturan Şerif dayımın bakışları donuktu ve sabit bir noktaya takılı kalmıştı. Az ötede annem, teyzelerim ağlamaklı sesle bir şeyler konuşuyorlar, birbirlerine teselli veriyorlardı. Tıka basa dolu olan salondaki minderlere sıra sıra oturan akrabalar vardı. Salonun ortasındaki çocuklar ne yaşandığından habersiz, olan biteni seyrediyorlardı.

Şerif dayım olduğu yerden kalkıp misafir odasının kapısını araladı ve içeri girdi. Ben de meraklı bakışlarla arkasından odanın kapısından içeri baktım. Odada dedemin yatağının yanı başında köyün büyüklerinden birkaç kişi vardı. Yasin mırıldanışlarının sesi odayı dolduruyordu.

Dedemin yatağı odanın ortasına serilmişti. Her halinden bir hasta yatağı olduğu belli oluyordu. Yatağın baş kısmında üst üste dizili duran ve uç kısımları işlemeli beyaz yastıklar vardı. Misafirler için yapılıyordu bu yastıklar. Kireçli duvara çivilenmiş tahta askılıktaki elbiselerin üzerini örten uçları işlemeli beyaz perde yastıklar ile uyum içindeydi. Ölümün beyaz rengi hakimdi odaya. Yerde serili olan rengarenk el yapımı halı dışında her şey bana beyaz görünecekti o gün.

Pencereden içeri giren beyaz ışık demeti içinde dedemin beyaz sakallı, beyaz tenli yorgun yüzündeki çökmüş gözlerine takıldı gözlerim. Bana son bakışı olacaktı bu. Asırlık bir çınarın ölüm karşısında ne kadar aciz olduğunu gördüm o bakışlarda. Acı bir mutluluk vardı gözlerinde. Torununa elveda bakışıydı bu. Çok daha güzel baharlarda görüşeceğiz bakışıydı. Onu ömrüm boyunca beyaz hatırlayacaktım o yüzden.

Odanın kapısı kapandı. Şerif dayım, annem ve teyzelerim diğer odaya geçtiler. Sandık açıldı ve bir top beyaz bez çıkarıldı. Kimse konuşmuyordu. Kimse kimsenin gözlerine bakmıyordu. O gün sanırım sadece ben dedemin gözlerine bakabilmiştim.

Misafirler salondan çıktılar. Şerif dayım, teyzelerim ve çocuklar da çıktılar. Evin avlusunda köylüler toplanmıştı. Uzun bir süre bekledi bu insanlar. Evin arkasındaki yamacın yukarısına çadırdan bir yer yapıldı. Çocukların o tarafa geçmesine izin verilmiyordu. İsli kazanlarda ısıtılan sular taşındı. Evden battaniyeye sarılı bir şekilde çıkarılan dedem çadıra götürüldü. Çadırın altından sızan sular yokuştan aşağı doğru akıp toprağa karıştı. Toprak kendisine karışan her şeyi paklıyordu.

Seydo’nun dik yassı taşlardan oluşan bahçe duvarının yanına park etmiş iki taksi belli ki şehirden gelmişlerdi. Köyde ilk defa görmüştüm bu taksileri. Beyaz renkli Renault Tx marka iki taksi. Birinin arka camından görünen tilki postu arabayı süslemek için kullanılmıştı. Canlı gibi duruyor ve oldukça dikkat çekiyordu.

Taksiler hareket etti ve ikisi art arda mezarlığa doğru yol aldılar. Köylüler, çocuklar, teyzelerim gittiler. annem gitti. Taksinin arka camındaki tilki postu gitti. Geride bir ben, bir de toprağa sızan sular kaldı. Evin avlusuna döndüğümde tek başıma olduğumu anladım. Çadır söküldü. Yamaçtan akan sular hala toprağa karışıyordu. Toprak içine alandı, emendi, örtendi.

Eve girip misafir odasının kapısını açtım. Dedemin yatağı, beyaz yastıklar ve kireç duvardaki beyaz elbise perdesi duruyordu. Dedemin yatağının yanı başına uzandım. Beyaz bir yastığa başımı yaslayıp huzurlu bir çocukluk uykusuna yattım.

“Dinya xewnekî şewê ye.” derdi dedem. Dünya hayatı bir uykuydu. Rüya geceye aitti ve gündüz sandığımız dünya hayatı gerçekte bir geceden ibaretti. Mazlum insan, bu rüya içinde uyanık olduğunu sanan kimsesiz bir sürgün, zalim insan ise bu rüyayı gerçek sanan zavallı bir mahluktan başka bir şey değildi.

Dedemin gözleri gözlerime değdiği an rüyasından uyanmıştı. O, beyaz ve aydınlık gündüzüne yol almanın mutluluğu ile bakmıştı gözlerime son defa. Acıları, keşmekeşleri, sürgünleri, sancılı bir dünya hayatını ve daha birçok şeyi bize bırakıp özgür vatanına doğru yola çıkmıştı. Ruhu şad olsun.

Dinya xewnekî şevê ye...

YORUM EKLE
YORUMLAR
Emrah Aksu
Emrah Aksu - 10 ay Önce

Hacı dedemizin mekânı cennet olsun inşAllah.