Hayat bir arayıştır aslında, çizgisi düz gibi görünen ama zaman zaman zikzaklar içeren…
Kimine göre bir anlam arayışıdır, kimine göre bir hikâye arayışıdır. İnişler ve çıkışlar vardır bu hikâyede. Kimi zaman umutsuzca dibe vuruşlar vardır. Hiç bitmeyecek sandığımız sevinçleri, yine hiç bitmeyecek sandığımız acılar ve kederler kovalar durur.
Hikâyenin ana karakteri olarak geçmişimize dönüp baktığımızda yaşadığımız pek çok olayın, yaşadığımız andaki etkiyi aynı canlılığıyla sürdürmediğini ama sevdiklerimizle paylaştıklarımızın derin ve silinmez izleri kazıdığını görürüz içimize. Derinlerin en derinine, menzillerin en uzağına, öte bir dünyanın sonuna kadar beraber olmanın ne demek olduğunu işte o zaman anlarız.
Ve hastalıklar önemli bir parçasıdır bu hikâyenin; bazen başlangıçtır, bazen de son…En basit hastalıklar bile derin izler bırakırken bu hikâyede, ölümcül hastalıklar hikâyenin merkezindeki ana karakter kadar çevresindekilerde de derin yaralar açar.Hastalıklar ve ölümler hikâye arayışı olan hayatın bazen geçici bazen de kalıcı olarak değişmesine neden olur; yaşamın fırtınaları arasında durmadan gelgitler yaşatır insana. Üzüntüyü kızgınlık; kızgınlığı çaresizlik; çaresizliği yalnızlık; yalnızlığı korku takip eder. Her şey iyi olacak umuduyla geçen anlar,sonuçsuz bir isyana bırakır kendini. Fakat eninde sonunda ‘hayata tutunmanın hikâyesi’ keşfedilir. Bir zorunluluk belki…
Zamansız -bir kalp krizi nedeniyle- kaybettiğim sevgili babam,‘‘Kaybettiğimiz o sevdiklerimizden sonra yaşamak zordur, yaşamıyoruz, yaşamaya mecbur bırakılmışız sadece.’’derdi hepve sonra gözlerinden yanaklarına doğru iki damla yaş süzülürdü. Ne zaman bu cümlesi aklıma gelse, gözlerimin ortasından bir hüzün ve gözyaşı seli akıp gider. Bütün hayatını sevdikleri için harcayan, karşısındakine yaşamanın ve sevmenin değerini öğreten babacığım, bizi hayata tutunmaya mecbur bırakıp gitti. İçinde yapmak isteyip de yapamadıklarının, zamansız kalmanın acısıyla…
Acı da olsa öğreniyoruz, kabulleniyoruz, bu sözlerini. Bir mecburiyet olarak kalıyor omuzlarımızda yaşamak; ince bir kader…Zaman bizimle oyun oynuyor. Yüreğimizi güçlendiriyor ama bedenlerimizi çürütüyor. Yaşama kafa tutmayı öğrendiğimiz zaman kalbimizin bağı çözülüyor. Ruhlarımız kendini bulduğunda bedenlerimiz ihanet ediyor.Ne yapsak ne etsek, yine de zordur kendimiz gibi yaşamak, yüreğimizin götürdüğü yere gitmek, zincirlerimizi söküp atmak, maskelerimizi atmak, çırılçıplak kalmak. Sancılıdır. Tehlikelidir. Oysa hayat ancak o zaman sırlarını söyler.Mamafih, bu sırları işitmemiz mümkün görünmüyor.
Biz kolayı seçiyoruz çünkü. Sarılıyoruz yeniden büyük korkuyla küçük sevinçlerimize, küçük zaferlerimize, hırslarımıza, ezberlerimize, yaşamın sonunda koca bir sırrın olduğunu unutarak. Ölüm kıs kıs gülüyor oyuncaklarımızı kırdığında… Kimsenin yüreği yetmiyor ‘eyvallah’ deyip çekip gitmeye.Keşkelerbirikiyor içimizde sadece, keşkelerle yaşıyoruz.
Keşkelerimizin bohçasını açmaya yüreğimiz yetmiyor. Çünkü biriktirilmiyor zaman, kilitlenmiyor, saklanmıyor. Duvardakizaman akıp gidiyor karanlık dehlizlerine. Bir daha bizi aynı suda yıkamayacak asla.Ah vah etmek defayda etmiyor. Ödediğimiz bedeller, kaybettiğimiz hayatlar, yanımıza kâr kalıyor. Kaçıp kurtulamıyoruz.Geri dönmek zorunda kalıyoruz sadece;bu viran şehre, sevdiklerimizin mezarına, mecbur bırakıldığımızacı hikâyeye…