FAİLİ MEÇHULLER, MEÇHUL KALMASIN
ABDULLAH CANAN
Bizler, kayıp yakınları, ülkenin en onurlu ve büyük ailesiyiz. Katiller ise, ülkenin en lanetli ve en küçük aileleridir. Halk arasına çıkacak yüzleri bile yoktur.
"Sevgili Kardeşim, Dostum Tayyüp Canan, bu ülkenin en acı gerçeği ile bizi yüzleştiriyor. Kayıplardan bahsediyor, sağ alınıp, ölüsü verilenlerden yani babasından. Hepimizin babası, kardeşi, eşi, çocuğu olabilir, oluyorda. Onun sesine kulak verelim." Nuray Çevirmen
Öncelikle şunu söylemek isterim ki; insan bazen bir asır yaşar, ölür ve gider. Arkasından üç gün yas tutulur ve unutulur. Bazı insanlar ise hayata erken veda ederler. Ancak o erken veda eden insanlar; yaşam mücadeleleriyle, tarihe bıraktığı izlerle, insanlık dünyada var oldukça yaşar ve yaşatılırlar.
25 Ekim 1995 tarihinde, köyümüzün, KARLI’NIN Yüksekova Dağ Komando Taburu tarafında yakılıp talan edilmesi üzerine, babam ABDULLAH CANAN köyümüzü yakan dönemin tabur komutanı Binbaşı MEHMET EMİN YURDAKUL’U şikayet eder. Şikayet etmesi üzerine babam, 17 Ocak 1996 tarihinde, Yüksekova’dan Hakkari’ye giderken, Yüksekova Çetesi Lideri olan katil Binbaşı MEHMET EMİN YURDAKUL, Yüzbaşı NİHAT YİĞİTER tarafından gözaltına alınmış, ağır işkencelerden sonra katledilmiştir.
Babamın katliamından sonra, hesap sormak için güçlü olmalıydım. Bize yaşatılan bu haksızlığa boyun eğmem/eğmemiz düşünülemezdi. Tıpkı babam gibi güçlü, iradeli olmalıydım. Babam, son nefesinde bile katillerinin yüzüne tükürecek yiğitliği göstermişti.
Babamın kaybedilmesinden sonra, öncelikle babama sağ veya ölü ulaşmak zorundaydık. Ailecek aldığımız karar, sonu ne olursa olsun Yüksekova Hükümet Konağı önünde ve Yüksekova Dağ komando Taburu önünde oturma eylemleri yapmaktı. Abdullah CANAN’I SAĞ ALDINIZ SAĞ İSTİYORUZ DİYE ilk eylemimizi aldığımız bu karar doğrultusunda yaptık. Katil Yurdakul, bize tabur önünde saldırmaya başladı ancak bizler pes etmedik. İlk önce bu aileyi korkuturuz düşüncesindeydiler. Ama bizler, CANAN ailesi olarak kesin kararımız almıştık ve ne olursa olsun “Bize Abdullah CANAN’I vereceksiniz!” dedik. Ama ferman yazılmıştı, katiller, kan emiciler kana susamıştı. Katiller bizim acımızı daha da çoğaltarak, bize bayram günü hediyesi olarak –ağır işkencelerden geçirilmiş babamın cenazesini, bir jandarma karakolu yakınına bırakmak şeklinde vermişlerdi.- Yalnız katletmek yetmemişti onlara.
Artık cenazemizi bulduğumuza göre, bu kan emici katillerin yargı önüne çıkartılıp, yargılamaları için deliller bulmalıydık. Yargılanmalarını sağlamayı başarmıştık. Hatta katiller, ilk başta mahkeme tarafından tutuklanıp cezaevine konuldu. Ama gün geldi, yargı üzerinde baskılar kuruldu. Çok ilginçtir; Hakkari Ağır Ceza Mahkemesi, tutukluluk kararına rağmen, Diyarbakır Askeri Ceza Evinde tutuklu bulunan katil Binbaşı MEHMET EMİN YURDAKUL’U mahkeme kararı olmadan cezaevinden tahliye edebilmişti.
Bu da bize şunu gösteriyordu; mahkeme tutuklasa bile, Yüksekova Çetesini serbest bırakabilecek bir güç vardı. Artık o andan sonra şunu düşünmüştüm; mahkemenin yani hukuki yargılamanın yapabileceği hiçbir şey yok ve ne kadar kuvvetli deliller olsa bile bu katiller devlet tarafından beraat ettirilecek. Süreç düşündüğümüz gibi gelişti ve katiller için mahkeme tarafından beraat kararı verildi ve bu karar Yargıtay tarafından da onaylandı.
Yargılamanın sonunda bir avukat arkadaş bana, yargılamayı yapan Ağır Ceza Başkanının “Yüksekova Çetesi Kararında, VİCDANIM RAHAT DEĞİLDİR” dediğini aktarmıştı.
Tabi bizim Yüksekova Çetesi ile mücadelemiz, çetenin beraat etmesi ile son bulmadı.
Bizler davamızı bu karardan sonra iç hukuk yollarını tüketmiş olmamızdan dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdık. Dava sonucunca AHİM, Yüksekova Çetesini, oy birliği ile mahkum etti. Aynı zamanda, Abdullah Canan’ın Yüksekova Çetesi tarafından katledildiği yönünde de kararı vermiş oldu. Neden oy birliği dediğime biraz değinmek istiyorum.
AİHM mahkemesinde Türkiye’yi temsil eden yargıçlar da bu karara oy vermiş ve çekimser kalmamışlardı. Bu da bizim için, Yüksekova Çetesi ve katillerinin mahkum olduğu anlamına geliyordu. AİHM sürecinde, ilginç olaylarla karşılaştım. AİHM’in son döneminde, Dışişleri Bakanlığından kendisini Hukuk Müşaviri olarak tanıtan birisi beni aramıştı. “Abdullah CANAN davasını AİHM taşımışsınız, gelin sizlerle dostane çözüm yapalım AİHM karar vermeden önce” demişti. Ben o zaman çok üzülmüş ve şunu düşünmüştüm: demek ki, bu Yüksekova Çetesini AHİM sürecinde aklamak için yeniden devreye o karanlık güç girmişti. Dışişleri Bakanlığından arayan Hukuk Müşavirine şunu sormuştum. “Beni aramanızda ki amacınız nedir ve siz şu açıklamayı, yapacakmışsınız aileye ve kamuoyuna: -Evet! ABDULLAH CANAN, Yüksekova Çetesi lideri katil Binbaşı MEHMET EMİN YURDAKUL, YÜZBAŞI NİHAT YİĞİTER VE İTİRAFÇI KAHRAMAN BİLGİÇ tarafından gözaltına alındı ama yargılamadan, ağır işkencelerden geçirilip, bir bayram günü bayram hediyesi olarak cenazesi ailesine teslim edildi”
-“Onu söyleyemem beni aşar” demişti. “O zaman, beni araman boşuna” demiştim. Akabinde sözü uzatarak, “bilirsiniz ki, AİHM kararlarında, sanıklara cezai bir müeyyide yok, ancak maddi tazminat verirler, size AÇIK ÇEK verelim” diye pişkin bir teklifte bulunmuştu.
Bende, kendisine tarihe not düşecek bir kararın, AİHM tarafından alınıp bize yapılan zulmün belgesinin elimizde olması asıl amacımızdır diyerek bir daha beni aramaması yönünde kendisini uyardım. Ama akabinde diğer bir günde aramıştı fakat kendisinin telefonuna cevap bile vermemiştim.
Evet! artık babam Abdullah CANAN, fiziken aramızda değildi. Ama ne kadar fiziken aramızda olmasa bile, artık babamın onurlu yaşamını, kendisine yapılan zulmü ve haksızlığı alanlarda anlatıp dünyaya duyurmak, farkındalık yaratmak benim asli görevimdi. Bunun için, Yüksekova’da Cumartesi Anneleri eylemini başlatmak gerekiyordu. Yüksekova’da Cumartesi Anneleri eyleminin ilk haftasında bize destek olan kayıp yakını BAHATTİN KEREMOĞLU ile beraber ilk haftamızda hak arama talebinde bulunduk. O gün bize destek sunan Yüksekova Kayıp yakınları, cumartesi insanları ile beraber Yüksekova Sanat Sokağında bir aile olduk. Gün geldi İstanbul Galatasaray Lisesi önünde, gün geldi Cizre Sanat Sokağı başında, gün geldi Batman Gülistan Sokağında zalimlerin bize yaptığı zulmü dile getirdim. Bize yapılan bu zulmü anlatırken güçlü olmalıydım. Çünkü tek başıma değildim. Sorumluluğumda annem, kardeşlerim ve yakınlarım vardı. Hiç birinin üzülmemesi için, üzülmeyi göze aldım. Acımı içime atıp dibe gümdüm. Sonu olmayan kuyular açtım, içlerine kendimden parçalar atıp kapaklarla kapattım. Evet, güçlü olmalıydım katillere inat!
Bizler, kayıp yakınları, katillerin korkulu rüyası olduk. Ben, tüm alanlarda şöyle haykırdım! “Katiller, korkaksınız! Korkak ve katil değilseniz Mehmet EMİN YURDAKUL, Nihat YİĞİTER, KAHRAMAN BİLGİÇ, hakkımda Cumhuriyet Savcılarına Suç duyurusunda bulunun! Ben size katil diyorum!” Cesaret gösterip, hakkımda suç duyurusunda bulunmadıklarına göre, katilliklerini bizzat kendileri TESCİL ettirdiler.
Bizler, kayıp yakınları, ülkenin en onurlu ve büyük ailesiyiz. Katiller ise, ülkenin en lanetli ve en küçük aileleridir. Halk arasına çıkacak yüzleri bile yoktur.
Şunu da belirtmeden yazıma son vermek istemiyorum. Bizim acılarımızı, kendilerinde içselleştirmeyen, acılarımız üzerinde nemalanmak isteyen, bazen timsah gözyaşlarını döken sahte kişilerin yanımızda yeri yoktur.
Zulüm yapanların, ömrü uzun olsun ki; her hesap sorduğumuzda korkularından gün be gün yok olsunlar.
Tüm kayıp yakınlarının acıları benim acımdır diyor, tüm kayıpların anısı önünde SAYGIYLA EĞİLİYORUM.