TAHİR DUMAN/YAZDI
Yazar Tahir Duman 'Çocukluğum I (Beresor Yaylası)' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.
YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:
- Dedem nerede?
- Öldü.
- Mezarı nerede?
- Küçükdere Köyü’nde.
- O zaman dedem yaşıyor.
- Hayır, dedem öldü.
- Ama dedem ölmüşse yok olması gerekmiyor muydu?
- Dedem bedenen yanımızda olmasa da mezarı Küçükdere Köyü’nde ve bedeni o mezarda.
- Peki ya dedemin ruhu?
- ...
- Beresor Yaylası’nda gördüğüm o beyaz sakallı ve puşili hali?
- ...
- Ruh, yıllarca bizimle konuşan iç sesimiz mi?
- ...
- İlk çocukluğumda gördüğüm ve asla aklımdan çıkmayan, dedemin Beresor Yaylası’ndaki o hali?
- ...
***
1983 yılı ilkbaharının son günlerinden biriydi. Küçükdere Köyü mezarlığının hemen bitişiğindeki yoldaydık. Ben, annem ve Şerif dayım. Annem yaylaya gitmek için hazırlanmış ve Mahina Şin'in sırtında. Şerif dayım beni annemin sırtına bağlamakla uğraşıyor. Halinden belli olduğu kadarıyla yine sinirli ve agresif.
- Dê tilto, dê tilto.
- Xwe bigire kuro.
Şerif dayımın şaplağını kaba etlerimde hissettiğim an sıkı sıkı annemin sırtına sarıldım ve Mahina Şin yavaş adımlarla yaylanın yokuşlu yoluna koyulmaya başladı. Yol at sırtında yaklaşık bir saat sürecekti.
Toprak yol kıvrıla kıvrıla yaylaya çıkıyordu. Yolun her iki kenarından şırıl şırıl akan suyun sesine arı vızıltıları, kuş şakımaları, uzaklardan gelen koyun melemeleri ve arkamızda bıraktığımız köy tarafından duyulan çirkin bir eşek anırması eşlik ediyordu. Otların yeşilliği ve baharın titrek heyecanıyla doğa adeta dile gelmiş bir kilam oluyordu.
Zozan zozan zozan lê lê zozan lê lê zozan
Zozan zozan zozan lê lê zozan kewê canê
Ref tê refê qazan lê lê zozan lê lê zozan
Ref tê refê qazan lê lê zozan kewê canê
Cilo Dağları’nın kalbine, Beresor Yaylası’na doğru bu ilk çocukluk yolculuğum; (yıllar sonra anlamlandıracaktım) ilk anne sıcaklığını, şefkatini hissedişim olacaktı. Mahina Şin yaylaya yaklaştıkça adımlarını hızlandırmaya başladı. Her adım atışında ayakları altından kaçan küçücük kertenkeleler, yolun kenarındaki irili ufaklı taşların arasına giriyor ve gözden kayboluyorlardı.
Gözlerim kapanmıştı o ara ve at sırtında annemin sırtına bağlı bir halde en güzel çocukluk uykuma dalmıştım. Uykuma uzaktan duyulan bir nehir akıntısının tatlı sesi, Cilo Dağları’nın binlerce yıllık buzullarının serinliği, koyun sürülerinin yeşil-beyaz dağlardaki özgürlüğü eşlik ediyordu.
Mahina Şin yaylaya varmış, Xezal teyzem beni at sırtından usulca alıp çadıra yatırmıştı. Kıl çadırdan sızıp yüzüme vuran güneş ışığı ile uyanmıştım. İlk defa gördüğüm bu yeri garipsemiştim. Oysaki insan ile doğa arasındaki örtüydü kıl çadır. Geçirgen olmasının sebebi de: insanı doğaya, doğayı da insana geçiriyor olmasıydı. Cilo Dağları doğasının ruhumu ilk okşadığı yerdi dedemin kıl çadırı.
Kıl çadırın içinde çok az eşya vardı. Yerde toprak zemine serilmiş el yapımı mavi ve kırmızı tonların hakim olduğu yün halı, köşede üst üste dizilmiş yatak ve yorganlar, birkaç parça tencere, isten kapkara olmuş iki büyük kazan, tabaklar ve kaşıklar, çadırın girişine bırakılmış halatlar ilk gözüme çarpanlar olmuştu.
Beresor Yaylası, (çocukluğumda kocaman bir alan sandığım bu hayal dünyası) ufak bir düzlüğe kurulmuştu. Düzlüğün, sırtını dağa yaslayan tarafında sıra halinde birbirine bitişik duran sekiz kıl çadır vardı. Çadırların hepsi aynı büyüklükte olmayıp ortada duran dedemin çadırı hepsinden daha büyüktü. Çok sonradan öğrendim, en büyük kıl çadırlar on iki direkli oluyormuş. On iki direkli bir çadırdı dedemin çadırı. Dedem kıl çadırını irili ufaklı taşlardan hilal şeklinde ördüğü temelin üzerine gergin bir şekilde oturtmuştu.
Benden önce yaylaya gelmiş olan ablam bir elinde süt sağma satılı, diğer elinde benim elim yaylanın yukarı tarafına beni götürüyordu. Ufak bir tepeyi aştığımızda karşımda gördüğüm kar denizi beni çok şaşırtmıştı. Ablam cebinden çıkardığı kaşıkla kar kütlesinin üst tarafını iyice temizledikten sonra bembeyaz olan karı satıla doldurdu ve tekrar bir elinde satıl, diğer elinde benim elim yaylaya döndük.
Kıl çadıra girdiğimizde sofra hazırlanmıştı. Büyük bir kasenin dibinde bulunan koyun yoğurdunun üstüne dökülen kar, yoğurt ile iyice karıştırıldı ve üzerine pekmez dökülüp yemek olarak önüme konuldu.
Akşam olmak üzereyken yayla kadınlarını bir telaş aldı. Sığırlar yaylaya dönecekti. Hepsini bir koşuşturma hali aldı. Yaylaya çıkılan yokuşta toz bulutu görülünce yayla meydanında oynayan küçük çocuklar telaşla kıl çadırlara sokuldu. Sığır sürüsünün sesi yaylaya yaklaştıkça hareketlilik iyice arttı. Yaylanın birkaç erkeği boğalardan kaçıp kıl çadırlara hızla gelmekte olan bir ineği zar zor durdurdular. Derken sesler gittikçe azaldı ve güneşin batışı ile siyah kıl çadırın içi zifiri bir karanlığa dönüştü.
Karanlıkta hışt diye duyduğum kibrit sesiyle irkildim. Gaz lambasının huni şeklindeki camı çıkarılıp fitili ateşlendi. Cam tekrar takıldığında etrafa yayılan ışık içerisinde başında her zamanki puşisi bulunan dedemin ak sakallı gülümseyen yüzünü gördüm. Bütün çocuk masumiyetimle dedemin kollarına atıldım.
***
Bir düşünür “Çocukluk insanın anavatanıdır.” der. Yaş ilerledikçe insan bu sözün hakikatini çok daha iyi kavrıyor sanırım. Kulağın duyduğunu kalp yorulmaya başladığında daha iyi idrak ediyormuş.
Zaman atı insanoğlunu sırtına bindirmiş dört nala koşturuyor dünya denilen bu yolda. Manzaralar gözümüzün önünden hızla geçerken tam birine, bir yere alıştık derken elimizden kayıp gidiyor ve yok oluyor. Geriye sadece aklımızda silik bir kayıt kalıyor.
Çocuk olduğumuzun bilincine vardığımız an çocukluğumuz, genç olduğumuzun bilincine vardığımızda gençliğimiz elden uçup gidiyor. Sonrasında eksilmeye başlıyoruz günden güne ve ölüm şafağına kadar bocalayıp duruyoruz.
Ölümü, yaşamadan anlayamayacağımız bu durumu insanoğlu tarihten beri hep anlamlandırmaya çalışıp durmuştur. Mezarlığın önünden geçerken orada bir mezar olarak var olan insanlar ölümün, ölüm sonrası hayat için değil de dünya hayatı içinde yaşayan canlı bir kavram olduğu hakikatini görüyor. Ölüm, ölmek değil; ölüm, gidenin kalanla sonsuza dek yaşaması oluveriyor.
Dedemin hep tekrarladığı bir söz vardı:
- Heta min xwe naskir, min emrê xwe xelaskir.
Ölümden kaçan insanın sığınacağı tek yer çocukluğu oluyor. Çünkü çocukluk insanın anavatanıdır.