Yüksekova Güncel
2024-06-30 01:37:01

Uzak – II Kurbağalar

Tahir Duman

t.duman30@hotmail.com 30 Haziran 2024, 01:37

Akşam olunca bu uzak şehrin her yerinden duyulurdu kurbağa sesleri. Yalnızlığın senfonisiydi bu sesler. Yavaş yavaş istila edilen ovanın bir çığlığıydı belki de. Bu sesler akşamları bir yakarış olur bütün mahallemizi doldurur, kerpiçleri çamur ile sıvanmış evlerimizin duvarlarında yankılanırdı. İnsan, toprak, taş, kamış, saman ve düzgünce kesilip tavana döşenmiş iri odunlar bu ezginin dinleyicileriydi.


Babam, bütün gün çalıştığı yetmemiş gibi ay ışığının aydınlığından faydalanıp, çıplak ayaklarla kerpiç çamurunu yoğuruyordu. Annem ise çamurun her yerine olabildiğince saman serpiyordu.  Her yanı dolduran kurbağa seslerine, sert çamurun içinden zorla çıkarılan iki ayağın sesi eşlik ediyordu. O akşam ay ışığının şahitliğinde burnuma gelen çamur ve saman kokusu bütün çocukluğum boyunca yaşayacağım evin kokusu olacaktı. Baba ve anne kokusu olacaktı belki de. Biri sarıp sarmalayan, biri de güç verip sıkıca birbirine kenetleyen olacaktı.


Anne ile baba rolünün keskin çizgilerle ayrıldığı fikri bu dönem için kocaman bir yalandı. Annelerimiz de babalarımız da ellerinden gelenin çok üstünde emekler veriyorlardı bizim için. Doğa ve insan mücadelesi içinde anne-baba fark etmeden inşa ediliyordu masum bir çocukluk.

 Duvarlarına yaslandığımda huzuru ve sevgiyi bulduğum, insan ile toprak arasındaki güçlü bağı hissedebildiğim, çocukluğumun kerpiç duvarlı toprak evinin bir kısmı ben doğmadan inşa edilmiş, diğer kısmı da yeni inşa edilecekti.


Balkonda oturmuş onları izlerken uzun uzun uğraştılar ve sonunda işlerini bitirdiler. Babam, kapının önündeki tulumbanın havuzunda çamurlu ayaklarını yıkadıktan sonra  balkona geçip  derin bir nefes aldı. Ablalarım içeride hazırladıkları çay ile birlikte tepsi dolusu bardakla balkona geldiler. Komşularımızın bu durumdan haberi varmış gibi yavaş yavaş balkonda toplanmaya başladılar.


Serin yaz akşamlarında balkonlar evlerin en çok rağbet gören bölümleriydi. Evlerimiz özgürdü ve olmayan bahçe duvarları komşulukları ayıramıyordu. Hemen her gün bütün komşular birbirinin balkonuna uğrar, ayaküstü birkaç muhabbet eder, birbirlerine meramlarını anlatırlardı. Bu akşam da evimizin balkonunda toplanan komşularla birlikte çaylar içildi, sohbetler edildi, eskiler anıldı, hikayeler anlatıldı ve bir akşam daha bitti. İnsanlar evlerine çekildi, Kurbağalar uykuya daldı, gece karanlığını örttü sessiz ve uzak şehrin üstüne.


Sabahın ilk ışıkları ile günlerce sürecek hummalı bir çalışma başlamıştı. Hüseyin usta babamı yanına almış taş temeli inşa ederken, oğlu Nusret de elinde tahta kerpiç kalıbı, akşamdan hazırlanmış çamuru kullanarak seri bir el çabukluğuyla kerpiç kesimine başlamıştı.


İki oda bir salon olan evimizin temeli uzatılıp iki oda daha eklenecekti. Bütün bu çalışmalar onun içindi. Evin nüfusu artıyor, köyden gelen misafirler için kalacak yer sorunu oluyordu. İki oda daha eklemek şart olmuştu. Oldukça aksi olan Hüseyin usta önüne gelen herkese kızıyordu. Özellikle çalıştığı an yanında çocuk istemezdi.  Onu uzaktan seyrederdim.


Mahallenin tek ustasıydı o. Yaptığı  bütün evler birbirinin aynıydı. Ortada uzun bir salon ve etrafında odalar. Çocuk aklımla anlamlandıramamıştım o zamanlar. Her evin bütün oda kapıları aynı yükseklikteyken mutfak kapısı diğer kapılardan daha alçak, daha dar yapılıyordu. Gittiğim her evde bu durumla karşılaşıyordum.


Her ev görünüş olarak, yapı olarak aynıydı ama her evin farklı bir kokusu, farklı bir atmosferi vardı. Evlerin bir odasının duvarına gömülmüş, yerden yüksekte küçük bir duvar dolabı zamanın modasıydı. Saklambaç oyunlarında içine saklandığım ve kokusunu çok sevdiğim bizim evin o küçük duvar dolabı, içine kocaman bir dünya sığdırıyordu.


Gün ilerlemiş, güneş tam tepeye çıkmış, öğle yemeği yeniyordu. Komşu çocukları mahallemizin tepelere yaslanan kısmında bulunan su kanalına yüzmeye gideceklerdi. Kanal  evlerimize yakındı. Düz tarlaları geçip kanalın hemen dibindeki üç söğüt ağacının oraya geldiğimizde gölgede oturup dinlenmek hep yaptığımız şeydi. Kalın gövdeleriyle buranın çok eski sakinleri oldukları belli olan üç söğüt ağacı çocukluğumuzun bir simgesiydiler. Yıllar sonra evler çoğalacak ve çocukluk dostumuz bu üç söğüt ağacını bir daha göremeyecektik.


Kanal boyunca kurbağalar ve yeşil renkli yosunlar yüzme alanımızı oldukça kısıtlıyordu. Birkaç çocuğun sığabileceği küçücük bir alanda kafamızı suyun dibine batırıp çırpınmayı yüzme zannediyorduk. Tepenin mahallemize bakan yamacı olduğu gibi dikenli ve kısa boylu bitkilerle kaplıydı. Tepenin yukarı bölümünde kumla kaplı küçük bir alan vardı. Sudan çıkıp o küçük alana geçer ıslak bedenimizle sıcak kumlara uzanmanın mutluluğunu yaşardık. O kumluk alanda ellerimizle yollar açar, evler inşa eder, şehirler kurardık. Hayal dünyamızda kurduğumuz o şehirlerde hiçbir canlıya zarar vermez; toprağın, taşın, suyun, bitkilerin doğasına aykırı davranmadan yaşardık.


 Ben, İsmet, Necmettin, Husret ve birkaç arkadaş daha o sıcak yaz günlerinde kanalın serin sularında yüzme bilmeyen halimizle güle oynaya eğlenceli zamanlar geçirdik. Bizden biraz daha büyük olanlar mahalle sınırları dışına çıkar ve “Avgora” dedikleri yüzme alanına giderlerdi. O zamanlar, orası şehrin bütün çocuklarının geldiği apayrı bir mücadele alanıydı. Bizim o  mücadeleye katılmamız için birkaç sene daha beklememiz gerekecekti.
 

Birkaç gün içinde evimizin duvarları tamamlanmış, kalın tavan kütükleri yerleştirilmiş, Nehil Sazlığı’ndan getirilen kamışların kabukları soyularak itinayla tavana döşenmişlerdi. Evin tahta pencereleri ve kapıları takılırken babam da bir yandan çamur ile duvarları ve pencere kenarlarının sıvasını yapıyordu. 
Bir gün sonra annem ve komşu kadınları hummalı bir yemek hazırlama işine girişmişlerdi. Akşama “Axeban“ dediğimiz tavana toprak atma işi yapılacaktı. Mahallede konuşuluyordu. “Axebana mala Ehmed’e.”


Akşam olunca bahçeye kurulan sofrada yemekler yenildi ve mahallenin onlarca erkeği hummalı bir çalışmaya başladılar. Kimi toprak dolu çuval ile tahta merdivene tırmanıp tavana toprak taşıyor, kimi de kürekle toprağı yukarı doğru fırlatıyordu. Bir saat içinde iki kamyon toprak tamamen tavana çıkarılmıştı. Böylece en zor iş ortak bir çalışma sonucunda bitirilmişti.


Çaylar getirilirken balkonumuz mahallenin erkekleriyle tıka basa dolmuştu. Herkes gülüp eğleniyor, şakalar yapıyordu. O akşam balkonu dolduran erkek sesleri mahalledeki kurbağa seslerini bastırmıştı.


Bir evin ruhu, o evi oluşturan ayrıntılara verilen emek ve katılan alın teriydi. Herkesin emeği vardı bu evde, bu mahallede. Evler sadece bir ailenin yaşam alanı değildi. Komşuların, misafirlerin, akrabaların, akraba olmayanların, bu küçük mahalleye ait her bireyin kendinden bir parça bulabildiği bir yerdi. Ev, topraktan gelen insanın, sırtını toprağa yaslayıp huzur bulmasıydı. Aynı insan, topraktan vazgeçip betona sırtını dayamaya başlayacağı gün huzuru kaybedecekti.
 

Evimizin yan duvarına yaslı tahta merdivene dayanmış kalabalığı izlerken birkaç kurbağa ayaklarımın dibinden zıplayarak taş temelimizin arasındaki oyuklara girdiler. Onlar da bir süre daha bizimle birlikte bu mahallenin bir sakini olarak yaşayacaklardı. Günü geldiğinde de sanki hiç yaşamamış gibi yokluğa karışıp gideceklerdi.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.