Öncelikle sokağa çıkma yasaklarıyla başlayalım. Ne yaşanıyor?
Uzunca bir süredir devam eden yoğunluklu bir savaş hali yaşıyoruz. Bu savaş tarihten bildiğimizi işgal süreçlerini yansıtıyor. Dersim, Zilan, Koçgiri katliamları hafızamızda. O süreçlere benzer bir uygulamayla karşı karşıyayız. Bu tespitlerimizi doğrulayan ve basına da yansıyan bir Çökertme Planı var biliyorsunuz. Bu Çökertme Planı da o dönem çıkartılan Şark Islahat Planı’na çok benziyor. Şark Islahat Planı’nda halkın silahla, baskıyla, şiddetle terbiye edilmesi, bölge halkının göçe zorlanması, beraberinde yoğun katliamların yaşanması ve ortalık biraz sakinleşincede beyaz katliam denilebilecek asimilasyonun devreye girmesi ve geriye kalan ‘kılıç artıklarının terbiye edilmesi’ yer alır. Buna direnenlerin de zorunlu iskana tabi tutulması başlar. Bugün Çökertme Planı diye adlandırılan plan da aynı şekilde devrededir. Şehirlere tanklarla, orduyla girildi, vekiller valilerle, kaymakamlarla bile görüşemez durumda, insanlar evlerinden zorla çıkartılmak isteniyor, halkı sindirme politikası esas alınıyor. Şu anda yaşanan durum budur. Bunu içimiz acıyarak söylüyoruz. Hareket eden, nefes alan her canlı hedef haline getirilmiş durumda.
Devlet bölgedeki saldırıları hendeklerle gerekçelendirip, öz yönetim ilanlarını da ‘bölünme’ olarak sunuyor. DTK’nın hafta sonu yaptığı toplantıda bu modelin altı yeniden çizildi. O toplantının verdiği mesaj nedir?
Bu yaşanan vahşet kamuoyuna ‘hendekler kazılıyor, terör örgütü bir takım faaliyetler yürütüyor ve güvenlik güçleri de bunlara karşıda önlem alıyor’ şeklinde yansıtılıyor. Ancak bunun böyle olmadığını açıkça ifade etmek gerek. Hafta sonu yaptığımız kongre de bunun ifadesiydi. Bu saldırılar hendekler kazıldığı için gerçekleşmedi. Bu saldırılar zaten Çökertme Planı’nın parçası olarak yürürlüğe konulmuştu ve bu adım adım hayata geçirilecekti. Biliyorsunuz 3 yılı bulan müzakere süreci geçirdi bu ülke. AKP hükümeti nezdinde devlet, Sayın Öcalan’la, dolayısıyla Kürt halkıyla bir müzakere sürecine girdi. Dolmabahçe mutabakatı ile geldiğimiz nokta da ise bu gün kongrede ifade edilen talepleri içeren bir protokol sunuldu kamuoyuna. Biz bu ülkede birlikte yaşamak istiyoruz. Kardeşlik hukuku üzerinden ayrılmaz bir bütünüz, denir. Ancak bu hukuku yeniden kurmamız, yeni bir sözleşme yapmamız gerekiyor. Çünkü bu kardeşlik ne yazık ki belli bir süreden sonra hakkaniyet ölçüsünün kaybolduğu bir kardeşlik pozisyonuna dönmüştür. Bu talepler bölünmeyle alakalı talepler değil. Bu talepler bölünmeyi getirmeyecek tam tersine daha fazla bütünleşmeyi sağlayacak taleplerdir. Merkezi yapının yerine ademi merkeziyetçi sistemin esas alındığı ve yerel demokrasinin geliştirildiği bir model öneriyoruz. Bu model çerçevesinde hepimiz yeniden kendimizi dizaynedelim, yeni bir anayasayla hak ve hukuk özgürlükler açık bir biçimde ifade edilsin, herkesin kendini ifade etme şansı olsun, diyoruz. Herkesin karar mekanizmalarını kendisinin oluşturabileceği ama merkezde de bir araya gelebileceği bir sistem oluşturabiliriz. Bunun adına ne dersek diyelim önemli değil. Önemli olan bizi baskı altında tutan ve çatışmaların sebebi olan inkar ve imhayı gündeme getiren modeli ortadan kaldırmaktır. Dolmabahçe mutabakatının çerçevesini aslında bu yaklaşım oluşturuyordu.
Ancak cumhurbaşkanı Erdoğan Dolmabahçe mutabakatını ret etti. Bu noktaya geleceklerse neden bu süreci yürüttüler?
Bu bence de önemli ve güzel bir soru. Ama inanın cevabı bende yok. Bunu her halde karşı tarafa sormak lazım. Ama şunu anladık ki, bu mutabakat hazırlanırken 30 Ekim 2014’de yapılan toplantıda da Çökertme Planı hazırlanıyormuş.
MGK toplantısını söylüyorsunuz.
Evet. Orada bu kanlı sürecin hazırlıkları yapılıyor bir yandan. Hatırlarsanız müzakere yapılırken kalekollar yapılıyordu. Barış varsa bunlara niye ihtiyaç var, diye soruyorduk. Şövalye kaleleri gibi dağların başına kurulu yapılar yaptılar. Lice’de Medeni Yıldırım’ı kalekol protestosu sırasında kaybettik. Aslında AKP hükümetinin baştan beri yaklaşımı bir oyalama, arkadan dolanma tutumuymuş. Dolmabahçe mutabakatıyla da amacı, sayın Öcalan eliyle örgütü tasfiye etmek ve sonrasında da bir katliama girişmekmiş. Bugünkü durum bunun ifadesidir. Devrilen masa yürürlüğe konulan katliam planına karşı elbette bu halkın kendini savunma hakkı vardır. Bir de bizim deklarasyonumuza dikkat ederseniz birlikte yaşamaktan söz ediyoruz. Biz vazgeçmedik.
Yaşanan sürece, çökertme planına rağmen metinde de masaya dönülmesi, müzakere çağrısı var. Bunun koşulları var mı?
Objektif durumu göz önüne getirdiğimizde AKP temsiliyetinde devletin aslında şu aşamada çok büyük bir bölücülük hareketi yürüttüğünü söyleyebiliriz. Halkının bir bölümünü düşman belleyen ve onu hedef haline getiren bir devlet bölücüdür. 3 aylık Miray bebekten Taybetanaya kadar insanlar katledildi ve katledilmeye devam ediyor. Şimdi bu durumda bölücü olan kim? Kim bölmeye çalışıyor kim bütünleştirmeye çalışıyor?Bakın başbakan ‘temizlik’ kelimesini kullanıyor. Buna karşın biz yine de çözümün birlikte yaşamaktan geçtiğini düşünüyoruz. Çok açık söyleyeyim bizler Kürt siyasetçileri, Kürt halkı olarak ayrılmanın bize bir fayda sağlayacağını düşünsek ve inansak ayrılmaya da karar veririz. Herkesin öyle bir hakkı var. Deneriz en azından. Ama biz ayrılmanın, kopmanın ne Kürt halkına ne de Türkiye halklarına bir faydası olacağını düşünmüyoruz. Biz bu deklarasyonla birlikte yaşamı güçlendirmeye çağırıyoruz. Hendeklerin arkasında duranlarda bugün bunu söylüyor. Biz kendi kendimizi yönetmek istiyoruz. İnanın o hendeklerin arasında, ben iddia ediyorum, Türk gençleri de vardır. Birlikte yaşamı birlikte savunuyoruz. Bizim önümüze konduğumuz büyük proje budur. Bunun bedeli ne olursa olsun biz bunu başaracağız.
Metinde ‘TBMM içerisinde müzakere, onaylanma süreci yaşanmalı’ deniliyor. Meclisin nasıl bir rolü olacak?
Yandaş medya bizi hedef göstererek bu metni bir ihanet belgesi gibi gösterdiler. Ama bunun böyle olmadığını vurguluyoruz. Bu talepler mecliste pekala tartışılabilir. Yeni bir anayasayla önce Türkiye’nin merkeziyetçi tekçi yapısının reforme edilmesi mümkündür. Ama iş sadece bununla bitmiyor. Bir de siyasi talepler var. Kürt halkının statü talebi var. Yani sadece idari düzenleme desek, zaten Türkiye’nin 7 bölgesi var. Neticede ortaya konulan siyasi talepler de mecliste müzakere edilebilir. Biz bu ortaya koyduğumuz taleplerle son bir şans tanımak istiyoruz. Bu çatışmaların, kanın önüne geçmek için bu hamleyi yaptık. İleriki günlerde bize yönelik daha ağır yönelimlerin olabileceğini de tahmin ediyoruz. Ama süreci ısrarla ve inatla müzakere masasına çekmek istiyoruz.
Sunduğunuz modeli biraz açmak gerekirse, ne içeriyor?
Bu yönetim biçiminin özü yerel demokrasiyi geliştirmek ve güçlendirmektir. Yerelin var olan kültürel yapısıyla, kimliğiyle, zenginliğiyle, maneviyatı ve maddiyatıyla kendi kendini yönetebilmesi, kendi hakkında kararlar verebilmesidir. Hem birey haklarını hem kolektif hakları koruyan daha demokratik bir yapı oluşturmaktır. Bu nasıl olacak? Kültürel, coğrafik, kimlikaçılarından bir birine yakın iller bir araya gelip bir bölge oluşturabilir. Bu bölge seçimle iş başına gelmiş bir meclis oluşturur. Yine seçimle belirlenmiş hükümetler kurulur. Bunun yanı sıra merkezi hükümetin de temsilcileri bu meclislerde, yönetimlerde yer alır. Devlet ve merkezi hükümet yetkililerinin bir kısmını yerele devreder. Bunlar hangileridir? Ordu, diplomasi, merkezi ekonomi dışındaki yetkiler yerele devredilir. Tabi bu durum demokratik bir anayasayla taçlandırılmalıdır. Her bölge bu demokratik anayasayı esas alarak kendi yasalarını oluşturabilir. Bir yerelde karar mekanizmalarının kurulmasını istiyoruz. Bugün özerk gibi görülen belediyelerin kendi başlarına uyguladıkları bir çalışma yoktur. Çöp toplama saatlerini bile valilikler belirliyor. Belediyeler merkezi hükümetin taşeronu gibi kullanılıyor. Bakın Sur’daki durum bile bir ranta çevrilmek isteniyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kentsel dönüşümden bahsediyor. Ancak bu tür yaklaşımlar her yerde ters tepiyor. İşte Gezi direnişi tam da bir özyönetim talebiydi. Benim yaşam alanıma karışma, diye insanlar sokaklara çıktı. Yani biz özyönetimi sadece Kürtler için değil, Karadeniz, Ege, Marmara, Akdeniz, İç Anadolu içinde istiyoruz, derken bunu öneriyoruz. Oradaki insanlar böyle bir şey istemezse elbette dayatıcı bir tutum içerisinde olmayız.
Ama burası için bu ulusal sorunun çözüm önerisi olarak görmek mümkün herhalde?
Evet, aynen öyle.
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, bu durumu bir ‘fantezi’ olarak niteledi.
İbrahim Kalın'ın değerlendirmelerinde biz kendilerine bırakıyoruz. Böyle bir şey fantezidir, demek için herhalde insanın dünyadan habersiz olması gerekir. Yıllardır kapısını aşındırıp durdukları AB ülkelerinin tamamı bu sistemle yönetiliyor. Yine en büyük müttefikleri olman Amerika’da eyaletler var. Fantezi sözcüğü özyönetim tartışmasını itibarsızlaştırmak için kullanılmıştır. Ama halen olayın ciddiyetinin ve aciliyetinin farkında değiller. Bu sorunun şiddetle çözülebileceğine dair güçlü bir inanç var.Yaşananlardan bir sonuç çıkarma hali yok. Niye fantezi olsun? Diğer ülkelerde uygulanıyor da burada neden uygulanmasın? Biz Kürt sorun çözümüne ve Türkiye’nin demokratikleşmesine dair bir öneri sunuyoruz. Can kayıpları olmadan bunun olabileceğini anlatıyoruz. Dilimizde tüy bitti. Biz bir ayrılıktan, kopuştan, bölünmeden söz etmiyoruz. Tam tersine birleşmeden söz ediyoruz.Murat Karayılan, ‘Biz dağa piknik yapmaya çıkmadık’ diyordu. Biz de bir öneri sunuyoruz, devletin bir önerisi varsa sunsun oturup konuşalım. Ama hiçbir tartışmaya mahal vermeden, ‘Biz illaki sizi öldüreceğiz, illaki kıyımdan geçireceğiz’ derlerse işte 1 ay oldu Sur’a giremediler. Cizre’ye, Silopi’ye generallerle sefer yapıyorsunuz, ama zafer elde edemiyorsunuz.Evrensel