Evet, onanmak da bir ihtiyaçtı ama nedense bu konuda bir dizi savunma mekanizmasına sahipti. Çözemeyeceği karmaşıklıkta hem de…
Gözleri boşluğa bakıyor, onun gözlerine bakanlar ise orada sonsuz bir boşluğu görüyordu. Ürpertici bir boşluktu bu. Yok olma ile özdeş gibi…
Kendisine ait olan, tek alan gibi idi onun için onlar. İnsanlardan onları koparışı çok önceleriydi. Sahiplenme duygusundan çok, kendini özel kılma arzusuyla kendine ait kılıyordu. Ancak çoğunlukla insanlar, ritüellerini bir tekrardan ibaret ele aldıkları için, onun yaşadığı tükenmişlik duygusu ile karşı karşıya gelmezlerdi. O ritüelleriyle besleniyordu. Bir farenin peyniri kemirip, gün be gün azaltması gibi, o da onları her gün kemiriyordu. Peynir bitince kapan kapanmış ve kendisini boşluğun sonsuz tutsaklığına yakalatmıştı.
Bazı zihinler bu dünyaya huzursuz bir içerikle geliyorlar diye düşünüyordu. Kendi zihninin en takdir ettiği yönü, sadece sahibini huzursuz eden bir karaktere sahip olmasıydı. Ama o huzursuz zihinlerin çoğu öyle miydi! Hayır hayır, buna kesinlikle katılmıyordu. Dünya tarihinde kopan fırtınalara baktığında, bazı sonuçlara ulaşılabileceğine inanıyordu. Olanların asıl sorumlusu onlardı. Zihinlerindeki huzursuzluğu kendilerine hapsetmeyi başarmış olsalar, başkalarına acıyı bulaştırmamış olacaklardı.
Bir bencillik öyküsü ile ilişkilendiriyordu bütün bunları. Gerçeğin kendisinden ziyade, kendisini çamur deryasının yüzeyinde tutacak basamaklar inşa eder gibi…
Zararsızlığını yüceltmeyi seviyordu. Bunun bir insanın, başka insanlara yapabileceği en büyük iyilik olduğuna inanıyordu. Bu kaygılarının gerçekliği konusunda kimse de şüphe uyandırmayacak bir yaşantı biçimine ve içeriğine sahipti. Gerçekte de öyle olduğuna inanmamak için hiçbir sebep yoktu. Onu bu kadar kuşkuyla didiklemekle haksızlık ediyorduk.
Bir gün her zamanki bitkin görünümlü halinden farklı bir eda ile yürümekte idi. Etraftaki herkes için ilginç bir konu idi. Günün durağan akan zamanının içini doldurmak için konuşmaya değerdi.
Zihni onu epey bir süre koca bir boşlukta tuttuktan sonra, yavaş yavaş canlanma sinyalleri vermişti. Aklına eskisine pek benzemeyen fikirler gelmiş, ilk karşılaşmasında bunlardan ürpermişti. His ettiği ürperme, karanlıkta rüzgara maruz kalan mum ışığı gibi savrulup kayboluyordular. Ama ümitlenmesine yetmişti.
Boşluğun kalıcı olmadığını keşfedişinin sevinci idi, o gün yaşamakta olduğu. Zihin, her halükarda kendisini yeniden üretme yeteneğine sahipti. Bu kavrayış ona yeni bir kapı aralamıştı. Gözlerindeki boşluk en azından o gün için yerini neşeye bırakmış ve çevresine bu duygu dalga dalga yayılmaktaydı.
İnsanda kayboluş yoktu, kaybolan sadece bilinenlerdi. O bilgi ise en başından beri zihnin üretimi idi. İlki üretebilen, sonrasını da üretme becerisine sahip olduğunu zaten kanıtlamıştı.
Boşluk gibi bu kavrayışı da kendisine hapsetme arzusu, yadırganmayı hak ediyordu. Kendi içinde sürekli yolculuk halinde olan bir insanın, bütün bu deneyimini herkesten esirgemesini anlaşılır bulmuyorduk. Kendi bakış açısını gerekçelendiriyormuş gibi düşünüyorduk ama o bu konuda titizliğini korumakta inatçıydı.
Belki de bizim yabancısı olduğumuz bu hal, gerçekten böylesi bir tutumu gerektiriyordu. Sonuçta deneyimleyen kişinin o olduğunu unutuyorduk. Merak duygumuz bencillik sınırlarına ulaşmıştı.
İnsan gerçeğinin karmaşık yapısını düşünmek, anlamaya çalışmak bizim açımızdan zamanın içini doldurmakla sınırlı idi. Sanırım onunla bakış açılarımız arasındaki bu keskin ayrımın farkında idi ve bu nedenle de kendisini sakınıyordu.
Annelerin, küçük yaştaki çocuklarını, bazı oyunlardan men etmesi gibi idi halimiz. En azından onun gözünden, öyle görünüyor olmalıydık.