Aynaların ebeler yaratmadığına inanmayı ret etmesi epeyce uzun sürdü. Her seferinde ebe oluşu ile aynalar arasındaki bağı kurmaya hiç yanaşmadı. Hep inandı, inadına inanır gibi inandı hem de. Aynalara bakanlar kendilerini sobeleyecektiler!
Böyle büyümeyi seçmişti yahut böyle büyümeye sürüklenmişti. Hikayesi nerelerden gelir öğrenemedik hiç! Ama nerelere götürdüğünün tanığı idik. Bir kez bile olsun aynaları sorgulamaya yanaşmayan o çocuğun, aynaların karşısına hiç geçmeyip, hep arkasına saklanışına mesela…
Metropollere yolu düştüğünde, yağmurlu günlerde toplu taşıma araçlarının camlarına sırtını dönüşü ya da dönemeyeceği kadar kalabalık ise, gözlerini kapatıp, kendi durağına kadar yolculuğuna öyle devam edişi…
Yansımalar, kalbini kesip geçecek çelik teller gibi idi. Sanki yanlışlıkla gözleri birine değecek olsa, göz bebeklerinden başlayacaktı yırtılma. Öyle soluksuz kalırdı. Öyle çaresiz…
Dizlerinin tutmadığı anlarda omzumuzu koltuk altına dayanak yapıp, nefes alabileceği bir uzaklığa kadar taşımışlığımız çok oldu. Soracak olsak, yüzü düşer, sözcük yutma oyununa başvururdu. Bildiğimiz dildeki bütün sözcükleri yuttum derdi. Sözcüğü bitmiş bir dilde anlatıma aracılık edecek bir şey kalmadı demek istiyor zan ederdim hep. Oysa, belki de asıl anlatmak istediği, bildiği dildeki sözcüklerin yetmediği idi. Neden her ne olursa olsun, sözcükleri yuttuğunda, aramızda suskunluk büyürdü. Konuşmalara, nokta idi o itiraz.
Kafamızı genele yoğunlaştırmaya odaklanmış insanlardık. Detaylar, hiçbir zaman gerçek önemini bulmazdı dünyamızda. Yaşantılar da, kederlerde, böyle boğulup kalmalarda gereğince önemli değildi. Birbirimizle aynı zaman dilimlerini paylaşan ama gerçekte birbirini algılamayı düşünmeyen biçimde olmasa da, özde yabancılardık. En azından kendimize olduğu kadar, birbirimize de yabancı idik…
Ama çocukluk hatıramızdan gençlik günlerimize uzanan, kimi zaman eğlencemiz yaptığımız, kimi zaman görmezden geldiğimiz, kimi zaman yanımıza dahil etmekten utandığımız, kimi zaman da…
Kimi zamanlar sıralanarak çoğalır gider. Ama hiçbir zaman için, o durum kendimiz yaşıyormuş gibi içten his etmedik. Ara sıra duyumsadığımız acımalarımızı sayabilir miyiz bilmiyorum. Ama insan kendisine acır mı hiç! Kendisine acıyan gözlerle bakar mı!
Belki de bu yüzden, sözcük yutma oyununu üretti. Aramıza, yabancılığımıza yakışır, onu vurgulayan ve altını çizen bu oyunu koyarak, yüzeyselliğimizi yüzümüze çarpmak istiyordu sanırım. Sanırım diyorum, çünkü sözkonusu biz isek, biatımız varsayımlaradır. Başka olasılığı barındırmıyordu, sosyal yapımız veya arkadaşlık anlayışımız.
Kendisinde bu hakkı neden görüyordu bilemeyiz. Kendisinden bizi dinlemedik hiç, belki de bizden farklı bir derinlikte duyumsamıştır her birimizi. Böyle özgün bir oyuna imzasını koyabildiğine göre vardı bir farklılık, adını biz koyamasak ta.
Hayır hayır bu tavrında bizi suçlama yoktu. Sadece bizi, onu gerçek anlamıyla duyumsadığımız sınırlarda tutmaya çabalıyordu. Bize uymadığını iddia edemem. Tavrımıza, tarzımıza sonuna kadar uygundu. Yarım yamalak bir içtenlikle sorduğumuz sorulara, altından kalkamayacağımız yanıtlar duymaktan kurtulmuş oluyorduk. O da yalnızlığını gürültümüzle boğma şansını kaybetmemiş oluyordu. Hepimiz, kendimiz olmaya korkan çocuklardık. Birbirimizle öylesine yaşantılarda uzlaşıyorduk.
Bu tarzımızın olumlu yanı ne idi diye sorulsaydı, müdahil olma sınırlarımız dar olduğundan, her birimizdeki yara da olsa, özgünlüklerimiz bizle beraber hep yaşardı. Farklılıklarımız birbirimizde eriyip, kaybolmaz, birbirimizi değiştirip, dönüştürmemiş olurduk.
Bir çok insanda kırk katmanlı tabakalar olduğuna inanırım. Ancak her insanda bu kadar belirgin bir farklılık ile dışa vurmazdı kendini. Bu yüzden bu farklılığın seyircisi olmak, tanığı olmak bir ayrıcalıktı benim için.
O bir yazar oldu, büyük bir yazar. Yazılarını ayna sayıyor okuyucuları için, kendisi de arkasına saklanıyor. Ebe olmaktan kurtulduğuna seviniyordu son gördüğümde.