Kendi şiirimin içine giriyor ve üstüme örtüyü çekiyorum. Zamanın dalgalanmaları içerisinde, yönü kendime uzanan akışa karışıyorum.
Kendini çok özlemişlere has tatlar dolanıyor dimağımda. Yıllardır öksüz bıraktığım bu duyguların başını okşuyorum. Ellerim, parmaklarım titriyor, bir ihmalcinin ağır ve ağrıtan sorumluluğuyla… Biraz da mahcubiyet...
Biliyorum beni çok uzun beklemiş boşlukları doldurmaya ömür yetmeyecek. Hatta bazıları için bu saatten sonra çabalamam da bir anlam ifade etmeyecek. Harabe bir evin her yanı nasıl onarılamaz ise, bu da öyle olacak. Bazısı tam, çoğu yarım…
Ama olsun elim, ellerimle buluşmuş, özlem gidermeye başlamış bile. Bir teselli cümlesinin ardından koşup durmak gerekmeyecek artık. Özlem, kendini doyurarak dinecek.
Varlığının uzağına düşmüş her yaprak tanesi gibi, bende rüzgarın tüm savurganlığı ve vurdumduymazlığına rağmen, kendimle aramdaki menzili kapatmaya koşacağım.
Anlamlı olanın, insanın kendisi kalarak yaşadıkları olduğuna inandığım dönemler bunlar. Belki yetişkinlikle, belki de yorgunlukla ilişkili… Nedenlerin hiçbir anlam ifade etmediği kadar, anlamlı bir geçiş bu. Öyle ki insanın kendisine duyduğu özleme denk, öyle ki dünyaya gözlerini kapattırıp, kendine açtıracak kadar büyük bir görkem...
Asıl olana dair öğüt verenlerin en çoğaldığı zamanlara denk gelişini, talihe mi talihsizliğe mi yormalı bilmiyorum. Ama çatlak duvarlar arasında, yuvasını arayan bir karıncanın telaşını kalbimde ve zihnimde his ediyorum. İnsanın yuvası, kendisidir. Bu duyguyu, kendinin uzağına düşenler iyi bilirler.
Hayatın her alanına dağılmış “benler” duruyor. Kendimi unuttuğum da yarattığım yanılsamalarım mı yoksa her ne olursa olsun kendimin parçaları mı… Şimdilik düşünmüyorum bunları. Düşünmekten kaçınıyorum belki de. Çünkü öncelik sırlamasının çok gerilerinde, bunları şimdi anlamaya çalışmak.
Kendimi unuttuğum ilk anı anımsamaya çalışıyorum. Ayırt etmesi gerçekten güç. Başlangıcı yakalamayı neden önemsediğimi soruyorum kendime. Kalbimin derinlerinden, bir ses dalga dalga büyüyerek yanıt oluyor bana. En son bıraktığın “kendini” hatırlaman için diyor. En son nerede kalmışsan ancak oradan başlayabileceğin için diyor.
Beynimin biyolojik bir varlık olması, bir dayanma eşiği ve yaşı olması, işleri iyice zorlaştırıyor. Hafızamın gücünün kaynağı çünkü…
En son hatırladığım kendim, sisler içerisinde, belli belirsiz siluetimin hatlarını seçmeye çalışıyorum. Ama vazgeçme lüksüm yok. Çünkü bundan sonraki tüm adımlarım beni, hep kendime sürükleyecek. Nereye gitmek istersem isteyeyim, tüm yolculuk boyunca sırtımı döndüklerim karşımda dikilecek. Birer hayalet gibi… Beni kendi zincirlerini çözmeye çağıran hayaletler…
Eskiden zaman zaman görür gibi oluyordum ama kulaklarım kapalıydı ve gözlerimi yeterince oyalayacak bir karmaşa vardı. O anlardan sıyrılmak kolay oluyordu. Ama artık kulaklarımın içine dolan sesleri, çığlıkları olanca gücüyle duyuyorum.
Gözlerim, başkalarının bana olan açlığına kapanıyor, kendimin kendime olan açlığına açılıyor. Görmezden gelebileceğim boyutları mı aştı, yoksa duyu organlarım ola giden her şeye doyup artık sıradanlaştırdı da; oyalanamaz mı oldum, bilmiyorum. Bunu bilmenin önemine de inanmıyorum. Hikayem, açmış ağzını, var gücü ile beni çağırıyor.
Bir zamanlar içinde kaybolmayı yücelttiğim uğultu ummanında, kürekleri geri geri çekiyorum. Kıyısını yitirmiş, her teknenin telaşıyla. Yolculuğunun tüm deneyimlerini kendine yük etmiş olarak…
Ufku geride bırakırken, usul usul mırıldanıyorum:
“ İnsan önce kendini kendine özletmeli, sonra da bulup kendiyle özlem gidermeli…”