Sarı bir fotoğraf düşüyor gözlerimin önüne. Sarı ve kuru. Su ki, yokluğu da, varlığı da hikayelerin sebebi. Çılgınlığını da, sessizliğini de biliriz.
Buralardan dökülüp, taa denizlere ulaşıp, sonra yeniden buralara dönüşü… Su sadece hikayelerin nedeni değil, taşıyıcısıdır da. Milyon yılları bulan bir devingenlik, bir döngünün damla damla parçası.
Hatıraların içerisinde dolanarak, bize dair her şeyin kayıtçısı, aklayıcısı, durulayıcısı ve kendisine ısrarla bakanların hatırlatıcısı…
Bunları düşünerek, yüzümden inen damlaya bakıyorum,aklımda sorular ve içimde meraklar ile…
Ey yüzümden avuçlarıma düşen damla, bana Mısır’ı anlat, nili anlat. Kıyısında yükselen hurma ağaçlarını ve Nefertiti’yi… Havuzunu dolduran arkadaşlarına sormuşluğun var mı hiç! O havuzun başında, geceyi ay ışığı süslerken, el ayak ortalıktan çekildiğinde, susmak yerine suya yani arkadaşlarına konuştu mu, tarihe kaydını düşürmüş o kadın.
Kederinden, şişip şişip parçalara bölündükleri olmuş mu hiç! Arkadaşlarından söz ediyorum tabi ki… Biliyorum senin sadece Nil’i, bir baştan ancak ötesine geçtiğini… Kıyısına, kumuna, yeşiline ve çatlağına değmemişliğini… Ama o ihtişamlı saraylardan, yolculuğuna denk gelenler olmuştur, dinlemiş olmalısın! Arkadaşlığı, dinlemek üzerine kurulu olanlar ne güzeldir bilsen…
Seni kurutan sözcükleri unut, seni yeşertenler oldu mu, onların bahsini aç bana. Aç ki yorgunum güne düşen sancılardan, sancılardan payımıza düşenlerden. Aklımın ve kalbimin ellerinden tut, sürükle hatıralara açılan kapılarından içeri…
Uzak Asyaya götür beni.Bir Japon kadının pirinç tarlasında, umudu oluşunu anlat bana. Ya da kuzeyin steplerine, buzullarına sürükle... Biliyorum ki hepsi saklı yolculuklarında. Mesela bir Eski Mo’nun ayaklarına nasıl dolandığını, avladığı balıkları gerisin geri sana bırakmak zorunda kalışını …
Çağlar arasındaki farkı anlat, bildiklerine kıyasla çağımızı yargıla mesela. Anlamlar arasındaki farka da değin. Nasıl oldu da en çok onlarla oynamayı öğrenebilmiş olmamızın serüvenini dinlemek istiyorum senden.
Sonra seninle bir çatlak bulup, değişelim bu dünyadaki yerimizi… Bırakalım, payımız kadar kuraklık düşsün herkesin, her şeyin bahtına. Varlığımız sessizlik kadar yer kaplıyor, kulak veren olmadığı için ebatıbelirsiz. Bu gürültü ve patırtının ortasında, bir iğnenin deliğine sığacak kadar ince, ipince iki ipliğiz.
Sen avuçlarımdan düşersin, ben ise kendimden.Sonra nerde bulursak bir huzur esintisi, çıkarız içinde koşturup durduğumuz çatlaklardan. Belki biraz yara bere içinde, belki de artık bildiğimiz bizden farklılaşmış olarak. Kendimizin hatırası olalım biraz da…
Hatta Taç Mahal’e gidelim, sen orda bir havuzun damlası ol, ben ise taşlarda hayat bularak korunmuş bir anlamın önünde diz çökeyim.
Şehrazat’ınhikayelerini derleyerek, kısaltalım gecelerimizi. Binbir geceden daha fazlasıdır Şehrazat.Binbir gece sadece Şehriyar’ın dinlediğidir, onun öğrendiğidir. Belki Şehrazatın, kaygıyla tırnaklarını geçirdiği oyuncak bebeği buluruz ve onun uzak diyarlardaki varisleri oluruz.Belki kabul görür o iklimde, böylesi duru bir arzu…
Ki tamamlansın, bir serüvenin boynundaki gerdanlığı süsleyen halkalar. Açmazlarımızı değil de, düşlerimizi boyunlarında taşısınlar.
Ey su, şimdi toparla bütün bu söylevimi, bir hatıra olarak kalbinde sakla. Bilmem kaç bin yıl sonra yine yolun düşerse buralara, olur da bir masumun avuçlarında kalakalırsan, ona da dinlet! Ondan çok önce, sana uzun uzun bakan, bu küçüğün hikayesini.
Unutmasın ama bir muska gibi taşısın boynunda.İçine bildiğim tüm koruyucu duaları da iliştirdim. Şehrazat’ın dilinde dolanan dualar hem de… Bir damla da, yıllarca saklana saklana büyüyen dualar!