Yüksekova Güncel

Uzak (I) - Büyük Horoz

Genel

Yazar Tahir Duman 'Uzak (I) - Büyük Horoz' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

TAHİR DUMAN/YAZDI

Yazar Tahir Duman 'Uzak (I) - Büyük Horoz' adlı yazısını okuyucuları için yayınladı.

YAZARIN YAZISI ŞÖYLE:

“Siyaset dedikleri şey horozların; çocukları, şehirleri ve uzakları peşinden koşturup kafa üstü taşlık zeminlere çarptıkları bir kandırma biçimiydi.”

İletişimin şehirler arası telefon direklerine bağlı olduğu dönemde, uzak sözcüğü, burayı en iyi tarif eden sözcüktü. O yüzden her şeyin en geç geldiği şehirdi burası. Şehrin bile çok geç geldiği bir şehirdi. Geç gelmek çoğu zaman kötü ve yetersiz bir durum olarak algılansa da bu şehre birçok şeyin geç gelmesi öyle çok da kötü değildi.

Dünya birçok şeyi yaşayıp hızlı bir şekilde tüketmişken; doğayı, insanlığı ve kadim bir medeniyetin son güzelliklerini ücra bir şehrin kalbinde yaşamak çocuk ruhumuza çok iyi geliyordu.

Ülkenin en uzak sınır çizgisinde, her şeyden uzak kalmış bu saklı memlekette köy ve şehir ikilemi yaşayan bir topluluktu o dönemin Yüksekova’sı.

Şehrin iki küçük tepesinde (Kışla Tepesi ve Esentepe) var olan yerleşim artık ovaya açılmış ve insanlar düzlük alanlarda taş temeller üzerine kerpiç evler inşa etmeye başlamışlardı.

Kadim yerleşim mekânı olan Kışla Tepesi şehrin ortasında bir anıt gibi yükseliyor ve dikkatle bakan nazarlara irili ufaklı kerpiç evlerin istilasına uğramış düzensiz bir gecekondu mahallesi görünümü sunuyordu. İsmini belki de bir askeri kışladan alan bu tepede askerlik şubesi tek devlet kurumu olarak varlığını sürdürüyordu.

Diğer taraftan Esentepe’de ise çok az sayıda ev vardı. O yıllarda insanlar, ısrarla o bölgede ev inşa etmek istemiyorlardı sanki. İran sınırından gelip Van istikametine uzanan tarihi ipek Yolu’na bakan Esentepe’nin sadece yol tarafındaki yamaçlarında irili ufaklı evler vardı.

Şehrin en güzel bölgesi olan İpek Yolu’nun her iki tarafına yerleşmişti bütün devlet binaları. İpek Yolu'nun kuzey girişindeki et balık kurumundan sonra güzergah boyunca askeri kışla, meteoroloji binası, süt fabrikası, toprak futbol sahası, karayolları binası, ziraat bankası binası, hastane binası ve yanındaki subay lojmanları, çocukken resmi kurum sandığımız reisin binası, YSE binası, gri renkli karakol ve o zamanlar şehre çok uzak olan yatılı bölge okulu…

Arsa alıp ev inşa etmek isteyenlerin çarşıdaki küçük dükkânlardan satın aldıkları ilk malzeme beş altı metrelik tulumba borularıydı. Su, zeminin beş altı metre altından kolaylıkla çıkarılabiliyordu. İdam sehpasını andırır tarzda birbirine yaslanmış üç merdivenin ortasındaki tulumba borusu insan gücü ile yere çakılırdı.

İşte tam da bu şekilde bir şehir yavaş yavaş insan gücü ile inşa (idam) ediliyordu. Günden güne ova azalıyor, insan çoğalıyordu. Memlekette ise günden güne huzur eksiliyor, sıkıntılar artıyordu.

Bu çok sancılı dönemde, uzak şehir Yüksekova, ülkede meydana gelen 1980 darbesinden en az etkilenen yerlerden biri olmuştu sanırım. Sürgünler, idamlar, zorbalıklar koca ülkeyi bir korku medeniyetine esir etmişken bu şehir ise kendi halinde, kendi dünyasında masum bir çocukluk rüyası yaşıyordu. Şehir de benimle büyüyen bir çocuktu.

Ta ki o horoz şehre gelip çocukluk rüyalarımıza son verdiği güne kadar.

1983 yılının Ekim ayıydı. Sonbahar güneşinin soluk ışıklarını çocuk yüzümde hissedebilmek için evin önündeki merdivende oturmuş, caddeye doğru uzanan taşlı zemine bakıyordum. Annemin sözlerini hatırladım o an. Bu arsayı aldığımızda köydekiler babama, o taşlık ve kumluk arsayı alıp başına bela edeceksin demişlerdi. Köydekiler için toprak olmayan bir arsanın hiçbir değeri yoktu çünkü. Onlar medeniyeti toprakta, ekmekte, hayvan beslemekte bulmuşlardı. O yüzdendi babamın köyden gelirken yanında ekmek, hayvan ve toprak getirmesi. Babam köyün nasihatini tutmuş, yılmadan çalışmış ve bahçedeki irili ufaklı taşları ayıklayıp, geniş bir bahçe alanı oluşturmuştu. Ayıkladığı taşlarla evin önünden anayola uzanan bir yol yapmıştı.

Taş, yol ve büyük horoz çocukluğumun en kötü gününün imgeleri olacaklardı. Sivri taş, yol ve büyük horoz...

Uzaktan gürültülü bir ses duyuldu o an. Kulaklarımı kabartıp dinlediğimde hoparlörden çıkan bir müzik sesi olduğunu anlamıştım. Evimizin yanından geçen Yeşildere Caddesi’ndeki gürültü sesi gittikçe yaklaşmaya başladı. Ses yaklaştıkça gürültüye araba homurtuları ve çocuk sesleri eşlik etmeye başladı. Ses iyice eve yaklaşmıştı artık.

—Dîkêlê mezin, dîkêlê mezin…

Çocuk seslerini duyduğumda elimde olmayan bir refleks ile yerimden kalktım. Kara lastiklerimi ayağıma geçirdiğim gibi olanca gücümle yola doğru koşmaya başladım. Birkaç numara büyük olan kara lastik ayakkabım yerdeki taşlı zemine takıldı ve kafa üstü yere kapandım. Yerdeki sivri bir taşın keskin acısını alnımın ta ortasında hissettim. Acı bir çığlıkla yerden kalkmaya çalıştığımda sıcak, koyu kırmızı bir kanın göz çukuruma dolduğunu hissettim.

Elimle kanlı yüzümü temizlediğim an beyaz bir Toros arabanın üstüne bindirilmiş kocaman siyah horoz maketini gördüm. Hoparlörlerden çıkan yüksek ses dalgalarının titreşimleri kanlı yüzüme çarparken beyaz Toros arabanın üzerindeki siyah horoz maketi o dönemki ülke demokrasisin kanlı bir çocuk yüzündeki timsali olarak uzaklaşıp gitti.

Siyaset ile ilk tanışma sahnem çok trajikomik olmuştu. Siyaset dedikleri şey horozların; çocukları, şehirleri ve uzakları peşinden koşturup kafa üstü taşlık zeminlere çarptıkları bir kandırma biçimiydi.

Eve doğru döndüm ve anneme haber verdim. Telaşa kapılan annem kendi fistanının ucunu tutup başımdan aşağı dökülen kanı durdurmak için eliyle yaramı kapattı. Sonrasında komşumuz Meryem teyzenin bir bez parçasının üzerine kurutulmuş otlardan yapılan bir karışım dökerek alnımdaki yarayı sardığını hatırlıyorum.

Günlerce babamın çarşıdan aldığı pamuk ve sargı bezi bandı ile yaramı kapattım ve iyileşmesini bekledim. Ama o yara hiç iyileşmedi. Alnımın tam ortasında kocaman bir iz olarak kaldı. Bütün çocukluğum boyunca o izden hep utandım. Gençliğim boyunca da utandım. Bir utanç olarak alnımın ortasında o izi taşıdım durdum. Saçlarımı öne doğru uzatıp utandığım o izi kapatmak için çabaladım.

Oysa o izden utanacak ben miydin yoksa güzelim bir ülkeye acı, korku, endişe veren büyük horozlar mıydı? Seksenler boyunca bu ülkenin çocuklarının ruhuna korku tohumları eken ve çekingen, utangaç, içine kapanık bir neslin yetişmesine sebep olan o horozlar mıydı?

Şehir olmak yolunda adım atan sınır boyundaki bu ovaya demokrasi bir horoz kılığında geldi ve o günden bu güne peşinden koşanı kafa üstü yere çaktı. Zaman içinde horozların sayısı arttı ve o horozların mücadelesinde masum bir çocukluk ve masum bir şehir hep görmezden gelindi, geride bırakıldı, önemsenmedi.

Bu şehir hala uzak,

Alnının tam ortasından yaralı

Kara lastikli, kara önlüklü çocuklara

Bu şehir hala bir tuzak…

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.