O meşum 1915 yılından 100 yıl, 6-7 Eylül 1955 dehşetinden tam 60 yıl sonra, önümüzdeki 60 ve 100 yıl boyunca da hatırlanacak günler geçiriyoruz.
‘İnsan’ın siyaset ve onun bir türevi olarak savaş namına icat ettiği bütün büyük kötülükler, sıkıştırılmış ve sürdürülemez bir cehennem takviminde, tilki uykusuna yattıkları karanlık dehlizlerden tırmanarak yeniden ‘gün ışığına’ çıkıyor.
Cansız çocuk bedenleri, daha birkaç gün önce, neşeli çığlıklarla ve eteklerini hışırdatarak gezindikleri evlerinde, ana-babalarının uykusuz gözleri önünde çürümesinler diye buzdolaplarında saklandığından; onların “nasıl olup da öldürüldüklerini” konuşup katillerini aramak yerine, toprağa verilebilmelerinin mücadelesini sürdürmek zorunda kalıyoruz.
Hassas dürbünlerle nişan alınmış bebelerin fotoğraflarını, “ölenler sivil değil” diyen islamofaşist otomatların yalanlarından korumak için, bizzat dayıları, teyzeleri, ablaları çekmek zorunda kalıyor, cep telefonlarıyla. Yaşarken sadece birkaç fotoğrafı çekilebilmiş pek çok Kürt çocuğu, ölümlerinin mahiyeti kanıtlansın ve çalınan hayatlarının davası düyuna kalmasın diye, ölümcül yaralarından, kurşun deliklerinden fotoğraflanıyor…
“Uluslararası siyaset”in, “bölgesel gelişmeler”in, “kamuoyu nabzı”nın, “seçmen davranışları”nın çizdiği bir çerçevenin içinden bakıp kayıtsızlığa terk edilmiş bir büyük yıkım bu. “Oy almak için savaş çıkardılar” tezinin de –tek başınayken– artık müstakil bir itiraz olmaktan çıkıp, bir ‘normalleştirme’ perdesine dönüştüğü; zaten karanlık olan geçmişi ve kısa süre önce bir umut ışığında bakılabilmiş geleceği de cansız karnında yok eden bir kara delik… ‘Olmakta olanlar’a ilişkin politik analizler bu kara delikte kayboluyor… “Birlikte yaşama iradesinin zarar gördüğü” yönündeki üzüntülü uyarılar; ‘artık yaşayamayan’ çocukların, yuvaları ‘komşu’larının çıkardığı yangınlarla kül olan ‘doğulu’ların, bozkır ıssızında taşlanan yolcuların karşısında anlamsızlaşıyor.
Buna ilişkin, aradan 1000 yıl geçse bile unutulmayacak bir vahşete tanıklık ettik geçen hafta içinde. ‘Batı’da yaşayan bir Kürt, Fethiye’de seracılık yapan İbrahim Çay, yöresel kıyafetlerle fotoğraf çektirdiği için, evinin kapısına dayanan ‘komşu’ları tarafından öldüresiye dövüldü; mahalle meydanına götürülüp “birlikte yaşadığı” insanların önüne atılıp linç edildi ve giysileri lime lime edilmiş, kan revan içinde bırakılmış olarak bir Atatürk büstüne çıkarıldı; bir büstü öpmeye zorlanırken fotoğraflandı. ‘Bayrak kırmızısı’ tişörtü ve ölümcül kiniyle bir ‘komşusu’ da bu engizisyonu uygularken göründü aynı karede.
Bu temsili ‘cadı avı’, kolay kapanmaz bir yara bıraktı arkasında. İşkenceye maruz kalan İbrahim Çay, halkının, 21. yüzyıl denen zamanda bile neyle karşı karşıya olduğunu gösteren bir simgeye dönüşecektir. Ama Fethiye’de yaşananlar öbür tarafın da tarih müzesinde yerini alacak.
Abdülhamit’in gerici istibdadına karşı, “Uhuvvet (Kardeşlik), Hürriyet, Musavat (Eşitlik), Adalet” yazan bayraklarla direnen ve 1908 yazında devrimi Türkçe, Ermenice, Rumca pankartlarla; imam, papaz ve hahamların kol kola olduğu nümayişlerle kutlayan Jön Türkler çok geçmeden kendisini ‘güçlü’ hissedip ‘güncel çıkarı’nı ötekilerin aleyhine kurmuş ve dizginsiz bir kırımla kendi devriminin tüm hayallerini bir daha dirilemeyecek şekilde boğmuştu. Ülkedeki Ermeniler ‘temizlendi’. Onların mirası, çok geçmeden Rumları da ‘süpürdü’. Ve İslamcılar, bu kötü geleneğin, bu kanlı tarihin muhalifiymişçesine, oradan doğan ‘eski’ ülkenin muarızıymışçasına vaatlerde bulunarak; artık geriye kalmış son ‘komşular’ olarak Kürtlere ‘yeni’ bir ülke ima ederek iktidarlarını tesis ettiler. Bir başka ve unutulmaz trajik yara olan Ahmet Kaya linçini, demagojik ‘kardeşlik’ propagandalarının, “eski/yeni” illüzyonlarının bir enstrümanına dönüştürdüler. “Kürtçe klip yapacağım” dediği için yurdundan çekiştirilerek kovulan, ‘eski Türkiye’ dedikleri muarızlarının neredeyse tüm unsurlarıyla katıldığı bir toplumsal-manevi-fiziki linç gösterisiyle terörist ilan edilen Ahmet Kaya, kendi istismar edilmesine itiraz edemeyecek kadar ‘cansız’, en zora düştükleri anlarda sarılacakları kadar işlevliydi. O dönem sessiz kalanlar açısından bile vicdanları kanatan bir haksızlığa maruz kalmıştı. Bu büyük mağduriyeti sahiplenir gibi görünerek, kendi ‘teşkilatlanma’ projelerinin önüne kara bir tül gibi çektiler. Onlar için de “en iyi Ahmet Kaya ölü Ahmet Kaya” idi oysa. Gönülsüzlüklerini, (değil Kürtlerle barışmak, bir eylem olarak bile barışın ne olduğunu bile bilmediklerini gizleyen bir ikona dönüştürdü(ler) onu. Meclis ve miting kürsülerinde siyasi nutuklara, hamaset kanallarında ucuz propagandaya bağladılar şarkılarını…
Ama şimdi; 13 yıllık bir iktidarın bu günbatımında, “Kürt sorunu yoktur” sakızı ağızlarını kokutmuşken, kendilerinden öncekilere parmak ısırtacak bir kara destanla kapatıyorlar bu bahsi. Evleri yakılan Kürt işçileri, “onlara dokunmayın ucuz işgücü olarak işimize yarıyorlar” açıklığında bir ‘genetik-kölecilik’ düzleminden savunan ‘güvercinleri’ ve o evleri yakan ‘şahinleri’yle bu bahsin uçurumundan aşağı düşüyorlar. Verdikleri zarar, açtıkları yara büyük. Ama büyük yaralar büyük ‘iyileşmeler’ sağlar.
Bir dönem ruhunu yardıma çağırdıkları Ahmet Kaya’nın o bilinen şarkısındaki “Ulan gardaş bu nasıl yara” serzenişi, ümitsizlik dolu bir sitemden çok, yaranın bizzat kendisinin bir teselliye çevrilmesi tonunu taşıyordu. Bir ortaçağ vahşeti sergilenerek taş heykelin üstüne çıkarılan İbrahim ve diğerleri, etlerinde ve ruhlarında açılan yaraları tanıyamadıkları için değil, iyileştirmek için “bu nasıl yara” diye soracaklar. Ve iyileşecekler.
Bu bahiste ruhu asla iyileşmeyecek olan ve bedeni hızla çürüyen ‘kahraman’ bellidir.